Tarihler 4 Nisan 1949’u gösterdiğinde, 12 ülke tarafından atılan imzalar sonucunda ‘Kuzey Atlantik Antlaşması Örgütü’ (NATO) tarih sahnesine çıktı ve 74 yıldır dünyaya kaos getirmeye devam ediyor.
Çoğunlukla Rusya’nın Ukrayna operasyonuna bir ‘tepki’ olarak yaşandığı düşünülse de, ‘genişleme’ konsepti, NATO’nun kurulduğu günden itibaren temel itici gücü oldu, öyle olmak da zorundaydı.
Belçika, Kanada, Danimarka, Fransa, İzlanda, İtalya, Lüksemburg, Hollanda, Norveç, Portekiz, Birleşik Krallık ve ABD’yle başlayan süreç, 1952’de Yunanistan ve ‘23 sentlik askerleriyle’ Türkiye, 1955’te Batı Almanya, 1982’de İspanya, 1997’de Çek Cumhuriyeti, Macaristan ve Polonya, 2004’te Bulgaristan, Estonya, Letonya, Litvanya, Romanya, Slovakya ve Slovenya, 2009’da Arnavutluk ve Hırvatistan, 2017’de Karadağ, 2020’de Kuzey Makedonya ve son olarak Finlandiye (ve belli ki yakında İsveç) derken genişleme konseptini aralıksız sürdürdü.
Bu konseptin hedefinde ise, elbette ki Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği (SSCB) ve sonrasında Rusya vardı. Genişleme, her dönemde aynı anda bir kuşatmaydı.
NATO, ABD ve Avrupa yayılmacılığının hizmetinde olan emperyalist bir savaş makinesiydi ve birincil önceliği her zaman ‘hamisi ve efendisi’ ABD emperyalizmi ve onun çıkarlarıydı.
‘Sovyet tehdidi’ anlatısına karşı inşa edilen NATO, askeri gücü ve emperyalist medya eliyle ‘komünistler dünyayı ele geçirmeye çalışıyor’ mesajı verirken, temel motivasyonları, art arda patlak veren sosyalist devrimler ve ulusal kurtuluş hareketleriyle ete kemiğe bürünmeye başlayan ‘komünizm hayaletinin’ önüne bir set çekmekti.
Sovyetler Birliği’ne karşı savaşılmalıydı. Bu savaşın zemini öncelikli olarak Avrupa olsa da, savaşın Kore ve Vietnam gibi, dünyanın diğer bölgelerinde de yürütülmesi gerekiyordu.
NATO, savaş örgütü olduğu kadar siyasi bir dizayn aracıydı. Yalnızca ‘düşmanı’ değil, kendi üyelerini de korumanın ‘işlevli’ bir aracıydı.İkinci Dünya Savaşı sonrasında Batı Avrupa’daki hakim sınıfların güçlendirilmesi, dönemin ekonomik ve siyasi buhranında solun yükselmemesi gerekiyordu.
Genişlemediği sürece ölmeye mahkum olan bu emperyalist ittifak, -yeni değil- 1990’ların sonunda Rusya sınırına ulaşmıştı. Bütün bu sürecin temel ‘mottosu’ ise elbette ki demokrasiydi. Atlantik’in ‘özgür’ ulusları, demir perde totalitarizmine teslim olmayacaktı.
Elbette ki bu zorunlu genişleme, Sovyetler Birliği ortadan kalktıktan sonra durmadı. Mesele yalnızca Sovyetler’in varlığı değil, emperyalizmle uyumlu siyasi ve ekonomik düzenin Sovyet coğrafyasının tamamında hakim kılınmasıydı. Dolayısıyla, Batı siyasal anlatısında antikomünizme her daim eşlik etmiş ‘Rus düşmanlığı’ propagandası devam etti.
Sosyalizmden ‘kurtarılan’ Rusya halklarının ekonomik kriz, mafya ve oligarşi üçgeninde çırpınışı devam ederken, NATO’nun yayılmacı çizgisi dünyada tek hakim güç olmaya başlamıştı.
Bu hakimiyet, vurucu gücünü 1999’da Kosova’daki savaş, 2001’de Afganistan’ın işgali ve 2011’de Libya’ya yönelik emperyalist saldırganlıkla hayata geçirdi.
1999 yılında, Kosova, Sırbistan ve Karadağ, 13 ülkeden 600 uçak tarafından bombalandı. Temel hedef, NATO’nun Balkanlar’daki etki alanını genişletecek, ABD yanlısı bir hükümetin tesis edilmesiydi. Bu amacı, ‘Rusya’nın etki alanının sınırlandırılması’ olarak da okuyabiliriz.
‘Kararlı güç harekatı’ denen bu saldırılarda misket bombası dışında 6 bine yakın uranyumlu füze ve bomba atıldı. Mülteci kampları, su ve elektrik kaynakları gibi yaşamsal noktalar bombalanırken de aynı ‘kararlılık’ hakim kılındı. Pentagon, daha sonra Bosna-Hersek’te 10 bin 800 uranyumlu bomba atıldığı kabul etmek zorunda kaldı. Ve yine aynı kararlılık, sayısız Sırp’ın ölümü ve sürülmesiyle sonuçlanan etnik temizlik harekatlarına verilen destekle de gösterildi.
Aynı saldırganlık Afganistan’da da yaşandı. ABD çıkarları için açılan NATO şemsiyesi, anlaşmanın ünlü ‘5. maddesiyle’ ittifak üyelerinin Afganistan’a sürüklenmesiyle açıldı. Uzun süreli işgal ve sivil katliamların sonucunda ise, ABD güçleri, bu ülkeyi ‘Sovyet tehdidine’ karşı yıllarca büyütüp besledikleri Taliban’a bırakarak kaçtı. Emperyalist saldırganlığın öne sürdüğü ‘önleyici savaş’ konsepti, Julian Assange’ın diri diri mezara gömülmesine yol açan nedenlerden biri olan Afganistan belgeleri, sonraki dönem Irak’ta aslında olmadığı ortaya çıkan kimyasal silah yalanlarıyla örüldü.
Libya lideri Kaddafi’nin vahşice öldürülmesiyle sonuçlanan Libya ‘devrimi’ ise yine aynı ‘insani yardım’ maskesinin takıldığı, gerçekte ise Kaddafi’nin, hatta Kaddafi sonrası Libya’sının da ‘çizgi dışına çıkmasını’ engellemeye yönelik bir emperyalist saldırganlıktı. NATO’nun Libya’ya götürdüğü özgürlüğün temel sebebi, milyarlarca varil petrol, trilyonlarca metreküp doğalgaz rezervleriyle, 6 trilyon dolarlık enerji kaynaklarından başkası değildi. ‘Sivilleri korumak” için BM himayesi altında başlatılan NATO bombardımanı aylarca sürdü.
NATO, bütün bu saldırganlığını özgürlük, demokrasi, barış ve ‘insani gerekçelere’ dayandırdı. Bu açık yalanın dünya çapında milyonlarca alıcısının olması ise, yine emperyalizm eliyle kurulan ve büyütülen ‘demokratik’ medya devlerinin başarısı.
Bu bağlamda, biri yılı aşkın süredir Ukrayna’da devam eden savaşı da bu tarihsellik içerisinde değerlendirmek mümkün. Ukrayna, hem Sovyet öncesi dönemde, hem SSCB döneminde, hem de sonrasında, Batı emperyalizminin gözünü diktiği ve uzun süreli istikrarsızlaştırma girişimlerinde bulunduğu bir bölge. Rusya’nın Ukrayna’ya saldırısının ‘NATO’yu yeniden birleştirdiği’ yönündeki tezler de bu tarihsellikten uzak bakış açısı nedeniyle ortaya çıkıyor.
ABD, Ukrayna’nın bağımsızlığını ilan ettiği tarihten bu yana, Ukrayna içi siyasi çekişmelerin çeşitli düzeyde parçası olageldi. 2004’teki Turuncu devrimde de bu saflaşma yaşandı, 2014’te, AB işbirliği anlaşmasının iptal edilmesiyle patlak veren Maydan Darbesi döneminde de aynı saflaşma geçerliydi. Ve hatta, ABD’nin NATO üyesi dahi olmayan Ukrayna’ya gösterdiği ilgi, Rusya’nın Ukrayna’daki askeri faaliyetlerinden çok daha öncesinde, Karadeniz’in tam anlamıyla bir NATO gölüne dönüşmesi planları dahilinde başlamıştı.
2019’un sonlarında Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron’un ‘NATO’nun beyin ölümünün gerçekleştiği’ yönündeki açıklamasını hatırlayalım. Macron’un dikkat çektiği ‘stratejik yönelim bozukluğu’ NATO karşıtlığından değil, Trump ABD’sinin politikalarıyla çelişen çıkarlarından kaynaklanıyordu. Macron’un en büyük amacı, Trump’ın ‘radikal’ çıkışlarıyla emperyalistler arasında patlak veren krizden faydalanmaktı.
Trump döneminin, ABD’nin Ukrayna’ya doğrudan müdahalesine bıçakla kesilmiş gibi ara verildiği bir dönem olduğunu, hatta, Trump’ın azil sürecinin dahi Biden ailesinin ve Demokratların Ukrayna ilişkilerini didiklemeye başladıktan sonra başladığını hatırladığımızda ise, karşımıza yine ‘genişleme’ konsepti bağlamında ABD-Avrupa ilişkileri ve Avrupa hakim sınıflarının çıkar savaşları çıkıyor.
Trump’ın iktidardan indirilmesi ve Demokrat ‘savaş’ Partisinin yeniden direksiyonu eline alması, NATO’nun genişleme ve Rusya’yı kuşatma yönündeki tarihsel görevinin yeniden başa yazılmasıyla ve bu rotada düzenin yeniden oturtulmasıyla sonuçlandı. Rusya’ya yönelik tarihsel görevin faturasını ise yine her zamanki gibi Avrupa halkları ödüyor, ödemeye de devam edecek.
Aynı şekilde, NATO’ya katıldığı 1952 yılından bu yana Türkiye’nin egemenleri de, Kontrgerilla başta olmak üzere sivil-askeri faşist yapılanmaları eliyle ülke çapında sosyalistlere ve bağımsızlıkçı eğilimlere yönelik baskısını sürdürerek, bu ‘savunma paktının’ üyesi olmanın gereğini yerine getiriyor. Türkiye’nin bu ‘performansı’ ise çoğu siyasi başlıkta ayrı derelerde akanları bazı anlamlı konularda aynı nehirde birleştiriyor:
AKP hükümetinin, masaya daha güçlü oturmak ve siyasi ömrünü uzatabilmek amacıyla emperyalistlerle sürdürdüğü denge oyunu, CHP önderliğindeki muhalefetin emperyalistlere verdiği “Biz daha iyi performans gösteririz” mesajları, en alakasız görünen bir kültürel ya da mesleki bir projenin altından bile bize göz kırpabilen bir NATO logosu, “NATO’dan çıkarsak Rusya bizi işgal eder” fikrini her gün farklı cümlelerle tekrar eden ‘özgürlükçü’ medya figürleri, TBMM’de Finlandiya’nın NATO oylamasına katılmaya tenezzül etmeyen ‘yeni sol’ ve dahası… Bütün bunlar, Soğuk Savaş döneminin ideolojik temasıyla eşleşiyor, ancak bütün bu yaşananları bir tekerrür olarak adlandıramayız. Bağımsızlık mücadelesi, 74 yıldan çok daha uzun bir geçmişe dayanıyor.
Erkin Öncan