2017 Yaşar Nabi Nayır Öykü Ödülleri’nde dikkate değer görülen Bitmemiş Bir Cümlenin Noktasını Taşımak, Serhat Köroğlu’nun ilk kitabı. 2020 yılında İthaki Yayınları tarafından yayınlanan öykülerde yazar, şiir dilinin gücüyle kaleme aldığı öyküleriyle uzaklara bakmayı hatırlatıyor okura.
Mahmut Yıldırım‘ın yazar Serhat Köroğlu ile gerçekleştirdiği keyifli söyleşi Jurnal Türkiye’de.
“Karamsar değil ama üzgün bir kitap”
- “Bitmemiş Bir Cümlenin Noktasını Taşımak” adlı eserinizden ve kendinizden bahseder misiniz? Okuru neler bekliyor?
“Bitmemiş Bir Cümlenin Noktasını Taşımak” uzun süredir benimle gezen öykülerden oluşuyor. Zamana yayılan, bir süre sonra da müdahale etmeme izin vermeyen hikâyeler…
Bolca Ankara var. Bir de Ankara’nın insana ettikleri tabii. Merkezinde Ankara’nın olduğu öyküler çoğunlukta. Bunun sebebi de şehirle kurduğum bağ sanırım. İki Ankara var benim için. Biri yetişemediğim ve buradan baktığımda her şeyin büyülü olduğu Ankara, diğeri de bugün o geçmişi canhıraş silmeye çalışan ya da çalıştırılan Ankara. Yaşanmış ve bitmiş bir hayatın boşluğunda gezen karakterlerin Ankara’sı. Karamsar değil ama üzgün bir kitap diyebilirim.
- “İçten atılan bir çığlığın içeride yankılanmasına bir kelime, bir iç çekiş bulamadıkça genişlemesine yalnızlık deniyor,” diyorsunuz. İnsanın bu zorunlu meskene sığamaması ve içinde, bitmemiş bir cümlenin noktasını taşıması, beraberinde neleri getirip götürdü?
Yalnızlık, sürekli biçim değiştiren bir olgu… Özellikle evlere kapandığımız, sosyal hayatımızın neredeyse bittiği şu günlerde yalnızlık denen şeyin dört duvar arasında kalmak olmadığını ya da insanın kendisiyle kalmasından ibaret olmadığını gördük sanırım. Kötüydü ama düşündüğümüz kadar değil.
Sözün muhatap bulamamasından doğan yalnızlık bana her zaman çok korkutucu gelmiştir. Boşluğu iten ve genişleten çığlık da kaçınılmaz oluyor hâliyle. Bir de ”son” fikri var tabii. Her daim cebimizde taşıdığımız, her zaman orada olan, hissettiğimiz ama yok saydığımız, yok saymak zorunda olduğumuz. Cümleye başladığınız an noktasını da koymuş oluyorsunuz.
- “Şiiri hâlâ ciddiye alıyorum…” sözünden devam edelim. Öykü formunun merkezinde şiiri tutuyor, ondan besleniyor ve imgeler yaratıyorsunuz. Okurlarınıza öykü anlayışınızdan bahseder misiniz?
Şiir benim için her zaman diğer biçimlerin dışında bir yerde durdu ve durmaya devam ediyor. Her şey bir süzgeçten geçiyor ve geriye şiir kalıyor. Öykü için de böyle olduğunu düşünüyorum. Tüm formların bir şiiri var. Merkezde şiir var ve biz sürekli o şiire yaklaşıp uzaklaşıyoruz. Benim için öykü, şiire baktığım bir güneş gözlüğü ya da şiire yakın durmanın bir yolu diyebilirim. Yaklaşıyorsam ve şiirin gölgesi hikâyeye düşmeye başlıyorsa bu bana sadece mutluluk ve tatmin verir.
“Ankara’da yaşıyorsanız biraz terk edilmişsinizdir”
- Öykülerin birçok yerinde “suret” kelimesi geçmekte… Ankara’nın sokak, cadde, park isimleri yer almakta. Ve dahası şehir, yalnızlık, zaman, yaşamak gibi kelimeleri kendi içinizde tarif ediyorsunuz. Biraz da bu belirgin durumlar üzerine söz açalım isterim.
Aslında ilk soruda da biraz bahsettim. Ankara başkent olduğu ilk günden beri bir fikir… Şimdinin bir kıymeti yok. Ya da geçmişin ve tasavvur edilen geleceğin karşısında bir değeri yok. Bozkırın ortasına inşa edilen bir ideal… Biçim veren, öncü olan, örnek olan… Benim kuşağım Ankara’yı hep terk edilmiş bir yer olarak gördü. Bunda ülkedeki kaygan siyasi zemin, “bir fikir olarak Ankara” ile sürekli kavga hâlindeki iktidarların etkisi çok büyük.
Hikâyelerdeki karakterlerin peşinde oldukları şey, nihayetinde Ankara… Çünkü Edip Cansever’in dediği gibi; insan yaşadığı yere benziyor. Ankara’da yaşıyorsanız biraz terk edilmişsinizdir. Bu kulağa kuru bir Ankara romantizmi gibi geliyor ama hızla silinen bir şehir var karşımızda. Mekânlarıyla, sokaklarıyla, geçmişiyle üzerimize yıkılıyor. Hâliyle insan kayıt tutmak istiyor.
- Öykü masanızda durumlar nasıl işliyor? Öykülerinizi şiirin gücüyle yazıyorsunuz, fakat dergilerde hiç şiiriniz yayımlanmadı, hep öykülerle yer aldınız. Şiir yazmak için acı çekmek mi gerek?
Mühendislikten, yazı mühendisliğinden uzak duruyorum. Çok becerebileceğimi de sanmıyorum. Duyguları formüle ettiğiniz zaman edebiyat, devlet kurumu ciddiliğine bürünüyor. Hikâye çoğu zaman kendini oluşturuyor ve yazarken oluştuğunu sandığım şeyin zamanla tanıdık gelmesi, onu uzun süre kafamın içinde taşıdığımı gösteriyor. Benim için keyifli olan da bu. Şiir yazmak içinse gerçekten ne gerektiğine dair en ufak bir fikrim yok. Ben de çok merak ediyorum. Şairlere sormak lazım.