Kapitalist toplumların tarihsel gelişimi içerisinde siyasal alan da bir dönüşüm geçirdi. Sınıflar mücadelesinin ortaya çıkardığı birikim ve derslerle beraber farklı toplumsal formasyonlar ve dönemlerde gözlemleyebildiğimiz ortaklaşan kimi özellikleri ve örüntüleri geliştirdi. Bunlardan belki de burjuvazi için en faydalı olanı kendisini temsil eden siyasal aktörlerle arasında oluşan özgün mesafe oldu.
Burjuvazinin kendi çıkarlarını toplumun tümünün çıkarları gibi göstermesi ve siyasi egemenliğini güvence altına alması bu özel siyasal temsil ilişkisi olmadan mümkün olamazdı. Yalnızca bu da değil sınıfsal karakteri gereği kısa vadeli karına odaklanmaya yatkın olan ve kendi özel çıkarını sınıfının çıkarının önünde gören tek tek burjuvaların da ortak bir rotaya sokulması farklı tipte bir siyasal temsil ilişkisini gerekli kılıyordu.
Bonapartizmle başlayan ve daha sonrasında faşizm deneyimlerinin burjuvazi adına ortaya çıkardığı kimi edinimlerin kalıcılaşmasıyla devam eden bu temsil biçiminde bu sınıfın çıkarlarını temsil eden siyasal partiler bir hareket alanı kazanıyordu. Bu tabloya, sınıf egemenliğinin sürekliliğini sağlayan devlet yapısının göreli özerk karakteri eşlik ediyordu. Bu hareket serbestisine karakterini veren ana unsur ise burjuvazinin kısa vadeli çıkarlarının ve sınıf içi çatışmalarının uzun vadeli ve genel çıkarları lehine baskılanmasıydı.
Bu denklemde, işçi sınıfının ve ara katmanların rızasını üreten ana mekanizma ise bunların kısa vadeli talep ve beklentilerinin yalnızca sınıflar mücadelesinin mevcut dengesinin gerektirdiği bir bölümünün karşılanması oluşturuyordu. Bu yolla, işçi sınıfının uzun vadeli çıkarları da burjuvazinin vereceği kısa vadeli kimi ödünlerle baskılanıyordu.
Bahsettiğimiz tabloda işçi sınıfının alacağı payı temel belirleyen faktör burjuvazinin ve onun siyasi temsilcilerinin insafı değil yine işçi sınıfının örgütlü gücünün ve siyasal etkisinin yarattığı tehdidin ciddiyeti oluyordu. Tek tek burjuvaların kendi gündelik çıkarlarının bir bölümünü geri plana iterek iç çatışmalarının bir kısmını ötelemesi de işçi sınıfına verilen kimi gündelik tavizler de temelde işçi sınıfından duyulan korkunun bir türevi olarak ortaya çıkıyordu. Dolayısıyla, işçi sınıfının örgütlü gücü ve siyasal düzlemde sosyalist bir iktidar alternatifinin yarattığı tehdit zayıfladıkça denklemin bu eşitsiz güç dengesine göre karakter değiştirmesi de beraberinde geliyordu.
Günümüz Türkiyesi’nde düzen siyasetinin sürekli iç çatışma ve istikrarsızlık üreten ve kitlelerin talep ve beklentilerini neredeyse bütünüyle yok sayan yapısının da arkasında bu değişen karakter yatıyor. 12 Eylül darbesinin ve Sovyetler Birliği’nin çözülmesinin damgasını vurduğu tarihsel dönemeç sonrasında sarsılan dengelerin ürettiği tablo bir oturmuşluk olmadı. Aksine düzen sürekli olarak istikrarsızlık ve daha fazla gericilik üretti.
Sosyalizm tehdidinin burjuvazi için daha az korkutucu göründüğü bu uğrakta geniş halk kitlelerinin talep ve beklentilerini görmezden gelmek de daha fazla mümkün oldu. Siyasal alan neredeyse bütünüyle burjuvazinin ve onun siyasal temsilcilerinin iç çatışmalarının belirlediği halksız bir düzlem haline gelmeye başladı.
Öte yandan özellikle 2008 krizi sonrası dönemde hem dünyada hem de Türkiye’de neoliberal modelin uğradığı itibar kaybı ve buna eşlik eden siyasal ve ideolojik çerçeve sunamama sorunu tabloyu daha da içinden çıkılmaz bir hale soktu. Bir tarafta, sözünün dinlenmediğini her gün daha da fazla sezen ve yerleşik düzen aktörlerine karşı öfke biriktiren geniş halk kitleleri. Diğer tarafta ise halk kitlelerinin talep ve beklentilerine gözünü kapamaya alışmış egemenler. Düzen siyasetinin farklı bölmeleri içerisinde bu tablonun yarattığı krizi görerek halk kesimlerinde oluşan taleplere seslenmeyi, bunları manipüle ederek ve çarpıtarak da olsa içermeyi hedefleyen aktörlerin “popülist” olarak damgalandığı bir dönemdeyiz. Bu dönemin siyasetine karakterini veren ana noktalardan biri halkın görmezden gelinmesiyle ve bu görmezden gelme halinin sürdürülemezliği arasındaki çatışma.
Peki sosyalistler bu çatışmaya nasıl müdahale edebilir? Bugüne kadar geliştirilen müdahale çabaları neden etkili olmadı?
Soruları yanıtlayabilmek için durumu karmaşıklaştıran bir faktörün altını çizerek başlayalım. Bahsetttiğimiz döneme damgasını vuran tek çatışma geniş halk kesimlerinin düzen aktörleri tarafından kapsanamaması değil. Yukarıda da vurguladığımız gibi uzunca bir dönemi karakterize eden ana noktalardan biri, düzen aktörlerinin iç çatışmalarının da daha belirginleşmesi. Bu iki ayrı çatışma biçiminin aynı anda varolması, birbirinden farklı kesimlerin ve hassasiyetlerin kimi uğraklarda iç içe geçmesine yol açıyor.
Sosyalist siyasette sorunlara yol açan ana faktörlerden biri, kimi zaman bu iç içeliğin bir teklik olarak kavranması. Bunun sonucunda düzen aktörlerinin iç çatışmalarının ürünü olan unsurlar ve bunların siyasi programlarıyla halk kitlelerinin talep ve beklentileri arasında bir örtüşme olduğu yanılsamasının ortaya çıkışı. Bu yanılsama iki tür hata üretiyor. Ya halk kitlelerinin meşru öfkesi düzen içi sayılarak değersizleştiriliyor ya da içerisinden geçilen uğrağın güç dengelerinde aradığını bulamayan düzen aktörlerine değer atfeden düzen içi stratejilere kapı aralanıyor.
Merkezdeki tepkili unsurlara seslenerek ve onları yanına çekerek onlarla organik bir ilişkiye sahip olduğu varsayılan kitlelerin de kapsanabileceğine yönelik varsayımlar ortaya çıkabiliyor. Bu varsayım, iki ana olguyu gözden kaçırdığı için hatalı. Görmezden gelinen noktaların ilki, düzen siyasetinde uzun yıllara yaslanan halksızlaşma eğiliminin düzen siyasetinin merkezinde yer alan öğeler ile halk kitleleri arasında yarattığı uzaklaşma.
İkincisi ise bu ilişkinin daha organik bir karakter taşıdığı uğraklarda dahi sosyalistler tarafından aynen devralınamayacak karakterde bir siyasal bağlanma dizgesine yaslanması. Yazımızın başında da vurguladığımız gibi düzen siyasetinin geniş halk kesimlerini kendisine bağlama dizgesinin temelinde bu kesimlerin kısa vadeli talep ve beklentilerinin bir bölümünü karşılayarak orta ve uzun vadeli çıkarlarını baskılamak yatıyor. Tam da bu nedenle, düzen siyasetinin merkezinde yaşanan sarsıntıların sonucunda merkezde gerçekleşecek olası kopuşların beraberinde kitlelerin bir bölümünü sürüklemesi/koparması durumunda dahi bu ilişki varlığını koruyor.
Sosyalizm ise yalnızca farklı bir siyasi programa değil aynı zamanda bu programın bir gereği ve uzantısı olarak geniş kitlelerin siyasetle kurduğu ilişkide bir niteliksel değişmeye tekabül ediyor. Bu değişim de temel olarak geniş emekçi kesimlerin kısa vadeli talep ve beklentileri ile orta vadeli ve giderek tarihsel çıkarları arasındaki ilişkileri siyasal olarak kuran bir dizgenin emekçiler içerisindeki kısa vadeli iç çatışmaları da baskılayabilecek biçimde egemen kılınması anlamına geliyor. Dolayısıyla sosyalizm mücadelesinin düzen aktörlerinden bazılarını yanına çekerek kitleleri devralma sürecinden çok kitlelerle doğrudan kurulacak dönüştürücü bir siyasal ilişkiye yaslanması gerekiyor.