Biraz Ormanda Saklanacağım isimli dosyasıyla Sennur Sezer Emek-Direniş Öykü Ödülü’ne layık görülen yazar Hıdır Murat Doğan, öyküleri hakkında yazar Hatice Tosun ile bir söyleşi gerçekleştirdi. ”İnsan yanımızı kaybediyoruz.” diyerek mahalle kültürünün yok oluşundan yakınan Doğan, ”Gerçekliğimiz sosyal medya hesaplarımızdaki çalıntı süslü sözlerden bambaşka yerlerde. Evrim geriye doğru ilerliyor artık. Biraz Ormanda Saklanacağım’ın kaygısı da bu. Unuttuğumuz, unutmak istediğimiz her şeyi hatırlatmak istiyor.” diye konuştu.
Hatice Tosun’un Hıdır Murat Doğan ile gerçekleştirdiği söyleşi sizlerle…
- Öykülerinizin tümü göz önüne alındığında, Biraz Ormanda Saklanacağım bir bütün olarak bize neyi anlatıyor? Bir kaçışı mı yoksa bir savaşı mı?
Aslında her ikisini de anlattığını söyleyebiliriz. İnsan mutsuzluk ve hüzünden kaçmak isteyen bir varlıktır. Biraz Ormanda Saklanacağım okuyucuyu bir yolculuğa çıkarıyor, okuyucunun elinden tutup anlatıcının yaralarını tek tek gösteriyor, yolculuğun sonunda yorumu okuyucuya bırakıyor. Sonrası biraz da okuyucunun yorumuna kalıyor. Bir bombardımandan sağ çıkmış gibi, durup bir kenarda dinlenmeyi ve savaşa geri dönmeyi ucu açık bir şekilde anlatıyor belki de. Kim bilir?
“Sıfır noktası diye bir şey var bu yerküre üzerinde. Her şeyin başladığı yerdir aslında orası. Dağların, ormanların, gökyüzünün, uzak kentlerin, sevinçlerin ve ağlamaların başladığı o meşhur sıfır noktası. Meteorlara uçan tekme atan adamlar tanıdım. Hepsi birbirinden muzdarip. Mart yine bitti anne, hem de üçüncü kez, inanabiliyor musun buna? Tanrı parçacığında bir bok bulamadı hâlâ İsviçreli Bilim Adamları. Aslında merhamet dilediğim de olmuştu ondan bir zamanlar. Nevroz yumurtaları boyuyorum, o gün bugündür baharları.”

- Aslında kitaba baktığımızda birbirini tamamlayan öykülerden oluştuğunu veya bir yerde rastladığımız olay örgüsünün bir başka öyküde benzer biçimde karşımıza çıktığını görüyoruz. Bu bilinçli bir çaba mıydı, yoksa bu durumu öykülerinizi bugün tekrar gözden geçirdiğinizde “istemeden yapılan bir tekrar” diye mi nitelendirirsiniz?
Kasıtlı bir seçim değildi bu. Ancak istemeden de yapmadım. Yaşamın öğretisi biraz da bu değil mi sizce de? Yaptığımız hataları yeniden yapıyoruz, düştüğümüz diplere yeniden düşüyoruz. Bizzat kendi hikâyemiz birbirini tamamlıyor. Bilinçaltımız, geçmişimiz geleceğimizi de şekillendiriyor. Fark etmeden bir başka yerde aynı şeyi bizzat yeniden yaşıyoruz. Ben sadece bunu anlatmaya çalıştım.
“Delirmiş Adamlar Bibliyografyası diye bir şey olsa derleyeni mutlaka ben olurdum. Annesini erken yitirmiş adamların hikâyelerini biriktiriyorum. Mağlup adamların anılarını saklıyorum. Öksüzlüğün erkeni geçi olmaz çünkü. Ben annemi ilkokul kapısında beklemeye devam edeceğim önümüzdeki kırk yıl. Annemi özlemeye devam edeceğim.”
‘EVRİM GERİYE DOĞRU İLERLİYOR ARTIK’
- Kitabın tanıtım metninde “Kalbimizin ekranına bakarak yaşadıklarımızı izlememiz ve yüzleşmemiz için” yazdığınız söyleniyor. Biz, Biraz Ormanda Saklanacağım’ın okurları olarak neyle yüzleşmeliyiz?
İnsan yanımızı kaybediyoruz. Top koşturduğumuz sahalara rezidanslar dikildiğinden beri;vefa, vicdan, merhamet, sevgi, sadakat ve güven sözcüklerini ağzımızda sakız gibi evirip çeviriyoruz ancak kendimiz bunları unutuyoruz. Emek ve ezilmişlik ne demek bunu artık bilmiyoruz. Gitgide kendini eleştirmeyi, özür dilemeyi bile unutan ilkel bir topluluğa doğru evrildik sanırım. Güçlü insanlıktan bahsediyoruz ve yalnızca insanları küçümsüyoruz. Suçu bir başkasına atıyoruz. Ölümler ve zulümlere çıt çıkarmayacak duyarsızlığa erişiyoruz. Gerçekliğimiz sosyal medya hesaplarımızdaki çalıntı süslü sözlerden bambaşka yerlerde. Evrim geriye doğru ilerliyor artık. Biraz Ormanda Saklanacağım’ın kaygısı da bu. Unuttuğumuz, unutmak istediğimiz her şeyi hatırlatmak istiyor.
“Kimse kusura bakmasın ama doğmuş bulundum. Bu cezayı kendime kestim. Kimse kusura bakmasın ama yaşıyorum. Bize ayrılan sürenin sonuna gelmedik henüz. Kaç patron zengin ettim ben şimdiye kadar? Kaç kalp kırdım kent meydanlarında? Kaç kahveyi yarım bıraktım masanın en ucunda? Kaç gol yedim bu hayattan? Futbolcular hep pas verecek bir arkadaşını ararlar. Kaleciler hep yalnızdır.”

‘ANNESİZLİK, İNSANIN YAŞAMINI ŞEKİLLENDİRDİĞİ GİBİ YENİ BİR KALIBA DA SOKUYOR’
- Öykülerinizde sık sık anne arayışı karşımıza çıkıyor. Bazen kurgu, yazarı belli temalara kendi sürükler bazen ise bu arayışların otobiyografik altyapıları vardır. Biraz Ormanda Saklanacağım, tam olarak hangisinden beslendi?
Elbette kendi adıma kurgudan yararlandığım da oldu ancak Biraz Ormanda Saklanacağım’ın daha çok otobiyografik altyapıdan beslendiğini söyleyebilirim. Annesini kaybetmiş bir adam olarak, bana ondan miras kalan mitokondriyi bu dünyada taşıyan tek varlığım. Anneme bir saygı duruşu göstermem gerekiyordu sanırım. Annesizlik kavramının insanın tüm yaşamını şekillendirdiği gibi yazdıklarını da yeni bir kalıba soktuğunu söyleyebilirim.
“Çocukken kanatan her yara için onun dizine koyuyorsun başını. Annenin yani. Büyüdüğünde göğüs kafesini yarıp içinden organlarını bile alsalar, bir bombardıman soluk borunu da delip geçse yine aynı şeyi yapıyorsun. Fark etmiyor yani… İyi geliyor. İyileştiriyor. Baba öyle değil mesela. Benim babam benim hep en iyi arkadaşımdı belki ama mitokondri diye bir şey vardı bu yeryüzünde. Annemden bana kalan tek şey bu. Belki de anneler yaşadıkça mitokondri hep taze kalıyor. Sıcak kalıyor. Süt gibi yani… Anneler dokundukça iyileştiriyor her yerimizi. Anne olmayınca öyle olmuyor. Öyle kolay iyileşmiyor yani yaralar. Zaten oğlumla geçirdiğimiz tatillerde, birbirimize alışmak canımızı acıtıyor.”
- Öykülerinizdeki karakterler genellikle bize günlük dillerinden sesleniyorlar. Öyküde karakterler için seçilen ses; karakterin okur zihninde canlanması, okurun karakter ile yakınlık kurması ve gerçeklik hissi bakımından epey önem taşımakta. Sizce karakterlerinizin dili edebi açıdan zengin mi?
Edebi dilden kastımızın ne olduğuna bağlı aslında bu sorunun cevabı. Ancak bir öykücü olarak şunu söyleyebilirim ki, hikâyenin sözlük tanımının “gerçek veya gerçeğe yakın olay örgüsü” olduğunu biliyoruz. Sokaktaki, apartman boşluğumuzdaki, gittiğimiz okullardaki, çalıştığımız plazalardaki gerçekliğimiz şiirsel bir dille konuşan insanları barındırmıyor. Öyleyse öykülerdeki karakterlerin de günlük gerçek dille okuyucuya seslenmesi gerektiğini düşünüyorum. Öykülerimde bunu tercih ediyorum.
“Ben Nurettin!” dedi, sol omuz başından bana doğru baktı. “Bu Ramço, Ekmekçi Ramço. Bu Ediz, Barut Ediz, babası Ediz Hun’u çok severmiş. Bu da Maykıl. Delikanlı adamdır.” Dili peltekleşiyordu. “Hayırdır sen nereye gece gece?”
“Bir arkadaşımdaydım abi.” dedim “Üniversite öğrencisiyim. Eve gidiyorum.”
“Kim bu arkadaş, seni bu soğukta TOKİ’ye kadar yürüten?” dedi.
“Sınıftan bir arkadaş.” dedim. Detaya girmeyi sevmiyordum. Nurettin Abi bıyık altından güldü, seslendi:
“O kadar da aynı sınıftan değilsiniz galiba.” dedi.
‘PİYONLAR ÇAPRAZ YER, BU ŞAŞIRTICI BİR DURUMDUR’
- Biraz Ormanda Saklanacağım’da dikkat çeken bir başka detay da öykülerinizin isimleri. İsim seçimlerinde nasıl bir süreç yaşıyorsunuz?
Bu noktada sanırım zihnim biraz sürreal bir süreçle işliyor. Başlıkları, isimleri birer resim gibi görüyorum çünkü. Örneğin kitaptaki “Piyonlar çapraz yer” isimli öyküdeki karakterin şaşkınlığını başka bir isimle resmedemeyeceğimi düşündüm. Piyonlar çapraz yer, bu şaşırtıcı bir durumdur. Beklemediğiniz bir anda beklemediğiniz şekilde hayat sizi de devirebilir.
“Çok sevdiğin biri ölünce önce yokluğuyla yüzleşmen gerekiyor çünkü. Onunla gittiğin yerlere onsuz gidip yutkunmayı, telefonun ekranına boş boş bakıp dişlerini sıkmayı, onunla izlediğin manzarayı gözyaşlarınla buğulamayı öğrenmen gerekiyor. Sevgilinin terk etmesi gibi bir şey değil bu. Dandik bir aşk acısı gibi değil. Bambaşka bir şey.”
- Öykülerinizde mesaj kaygısı yaşıyor musunuz?
Kasıtlı bir tercihle öykülerimde mesaj verdiğimi söyleyemem. Ancak az önce de bahsettiğimiz gibi, aslında yaşadığımız her şeyden almamız gereken mesajlar olduğunu düşünüyorum. Haliyle öykünün de yaşantıyla bu denli içli dışlı olduğunu düşünürsek, ister istemez öykü bir mesaja doğru evriliyor. Zaten öyle olmasaydı, tüm bu anlatılar gereksiz birer anı veya kurgusal bir boşluk olarak kalırdı.
- Yazarların iç dünyaları için yazmak birden çok anlam taşımakta. Peki, sizin için taşıdığı anlam nedir? Bir baş etme biçimi mi, yoksa ruhsal bir tatmin mi?
Ruhsal bir tatmin olduğunu düşünmüyorum ancak sanırım evet, bir baş etme biçimi. Sonuçta bir yazar olduğum kadar aynı zamanda bir insanım. İçimdeki irini yazarak akıtmaya ihtiyacım var. Yaşayabilmek ve baş edebilmek için.
“Şimdi o engin dağlardan uzak, tuhaf, ıslak bir iklimin tam ortasındayım. Annemin çok seveceği kitaplar aldım bugün İstanbul’dan… Valizin en üstüne dizdim. Yeni çıkanlar. Güzel kitaplar. Annem öldükten sonra çıkan kitaplar. Çıkmak için annemin ölmesini beklemiş kitaplar. Annemin hiçbir zaman okuyamayacağı kitaplar. Sahi, sen nasılsın? Çünkü aslında hayat tam anlamıyla hep birazdan kalkıp şuracıkta vedalaşacağız bekleyişi. Sahi sevgilim, sen iyi misin? Şarkılar seni söyler mi sahi?”
- Sennur Sezer Ödülü’nün siziniçin anlamı nedir? Ödüle başvurma, ödül alma süreci nasıl yaşandı? Hikâyeleriniz ile Sezer’in duruşunu aynı eksende görüyor musun?
Esasen yarışmalarla ilgili olarak daha önce hiçbir çabam olmamıştı. Ancak yarışma şartnamesini tesadüfen gördüğümde orada olmam gerektiğini düşündürmüştü bu dosya bana.
Sennur Sezer, sadece bir şair ve yazar değildi, aynı zamanda bir meselesi olan bir şair ve yazardı. Hem yazınsal hem toplumsal anlamda duruşu olan bir yol göstericiydi benim için. Bu nedenle aynı eksende görmekten öte onun ayak izlerinden yürümek benim için şeref benim için.
Ödül süreci ve sonrası da benim için bir o kadar anlamlıydı. Ödülümü hem seçici kurul üyesi hem de Sennur Sezer’in değerli eşi ve ülkemizin en önemli kalemlerinden biri olan Adnan Özyalçıner’in elinden almak, Jaklin Çelik, Sibel Öz, Ayşegül Tozeren, Ahmet Tulgar gibi isimler tarafından birinciliğe layık görülmek, sonrasında C. Hakkı Zariç gibi önemli bir kalemin editörlüğünde dosyanın kitaplaştırılma sürecini yaşamak fazlasıyla onur verici ve sevindiriciydi benim için.
“Gün yeni aydınlanıyor. Tezgâhın üzerinde fotoğraflar duruyor. Övünçle asılmışlar. Görüntüler çinko demliklerden yayılan buhar birikintilerinin arasına karışıyor. Trenlerden inen göçmen işçilerin kaytan bıyıkları saf, tertemiz. Üretim bantlarında boyunları terlemiş hepsinin. Sınır kapılarında bekleyen port bagajlı konvoylar, siyah beyaz ve temiz…”

- Biraz Ormanda Saklanacağım’dan önce iki öykü kitabınız daha vardı. Hepsi göz önüne alındığında önceki çalışmalarınıza göre üslup ve biçim farkları göze çarpıyor. Yazarken bir arayış içine düştüğünüz oluyor mu? Biraz Ormanda Saklanacağım bir arayışın ürünü diyebilir miyiz?
Nasıl ki yüz çizgilerimiz değişiyor, ses tonumuz farklılaşıyorsa mutlaka yazdıklarımız, yazma biçimlerimiz de -kendini okumaya ve yazmaya adayan insanlar olarak- değişmekte. Mutlaka bir arayış da var insanın ruhunda.
“Her şeyin bir bedeli vardır baylar.” diyor “Kahvenin ve şekerin, beyazın ve siyahın, demirin ve metalin, iyiliğin ve kötülüğün bedeli… Önce Dresden yangınında annemin cesedini aradım.” diyor Wolfgang “Savaş bitince, Majino Hattı boyunca babamın kemiklerinin peşinden gidip ormanda saklandım. Onları bulduğumda ne zaman neyin bedelini ödediğimi anladım. Şimdi Gisela’yı yıkılan duvarın ardında arıyorum. Bir tarihte bana el salladı, döneceğim, dedi ve gitti. El hareketlerinden bu yüzden hoşlanmıyorum. Milyonlarca yıllık insan ırkı son yüz yılda kendini böyle şeyler yüzünden tüketti. Sanırım tüm bunlar ödenmesi gereken bedellerdi hepimiz için…” diyor, gülümsüyor, elindeki şişeyi gösteriyor “Mesela bu biranın şişesi Rewe’de sadece 1,50” kapıyı kapatırken söylenmeye devam ediyor, sesi koridor boşluğunda gitgide kayboluyor “Artık her şey çok pahalı.” diyor “Bu bira mesela… Çikolatalar falan… Fritzi, gel buraya seni sürtük kedi…”
‘EN BÜYÜK PAYI YAŞANMIŞLIKLARA VERMEM GEREKİYOR’
- Sizce iyi bir öykü gücünü nereden alıyor? Hayalgücünden mi, yaşanmışlıklardan mı, gözlem mi ya da hepsinin sentezinden mi?
Elbette hepsinin sentezi olmasa yalnızca günlük mecralarda, bu öyküleri yalnızca bir sohbet malzemesi olarak kullanabilirdik. Kusursuz yazdığımı düşünmemekle birlikte gözlem ve hayal gücü olmasaydı sanırım bu öyküler olmazdı. Ancak en büyük payı yaşanmışlıklara vermem gerekiyor diye düşünüyorum. Yaşanmışlıklar, acı da olsa bu bağlamda insanın ufkunu genişletiyor. Öykü evreni böyle bir şeye ihtiyaç duyuyor çünkü.
“Bazen bir matkapla şakaklarımdan beyin boşluğuma doğru delikler açmak istiyorum. Şöyle sağlı sollu, birkaç tane. Acil durumda içeriyi hızla tahliye etmek için. İnsan bazen sıkışıyor. Bazen zihnim ağır bir yüke dönüşüyor bedenim için. Taşıyamıyorum. Billboardlarda renkli umutlar asılı. Çöpçüler biz uyanmadan şehirleri pembeye boyuyorlar. Batı cephesinde hâlâ yeni bir şey yok.”
- Kitaplarınız ve platformlarda yayınlanan eserleriniz göz önüne alındığında öykü türüne öncelik verdiğinizi görüyoruz. Peki, başka türlerde çalışmalar yapmayı düşünüyor musunuz?
Aslında denemeler, sinema, müzik, tiyatro alanlarında araştırma ve inceleme yazıları, hatta politik yazılar yazdığım da oldu. Hâlâ da devam ediyorum. Ancak derdimi en iyi öyküde ifade edebildiğimi düşünüyorum. Şairlere çok saygı duyuyorum mesela. Benim sayfalarca anlatmaya çalıştığım bir şeyi üç dizeye sığdırmak büyük başarı. Ben kendi adıma bu yolda yürümeyi seçtim.
“Hayat bazen boş bir stadyumdan farksızdır aslında. Kötü oyuncular, etrafında dönerler ve pas verecek bir arkadaşını ararlar. Bugün yeni bir dünya savaşı başlayabilir. Şarapneller saplanabilir beynimizin orta yerine. Paletler oyuncak bebekleri ezebilir yeniden. İnsanlar ölsün istiyorlar. İnsanlar uzaydan aşağı atlasın da ölsün. Batı Medeniyeti şu sokağın köşesinde bitiyor, bir Ortadoğu bombardımanı başlıyor orada bir yerlerde. Acıdan delirmemiş taş çatlasın kaç milyon insan kaldı ki bu yeryüzünde?”
‘ÜMİTSİZ DEĞİLİM’
- Son olarak, Hıdır Murat Doğan bir öykücü aynı zamanda da bir okur olarak nasıl bir edebiyat istiyor? İçinde bulunduğunuz edebiyat evreni nitelik açısından sizin için doyurucu mu? Bir yazar bu beklentiyi karşılamak için nerede ve nasıl durmalı?Kısaca, bugünkü edebiyat dünyasını nasıl buluyorsun?
Ticari kaygılardan ve popülizmden uzak, nitelik ve içerik bağlamında derdi olan bir edebiyat istiyorum, orada durmamız gerektiğini düşünüyorum. Şu an ülkemiz edebiyatı noktasında bu hayalden, yani beklediğim doyuruculuktan oldukça uzak olduğumuzu düşünüyorum ancak ümitsiz değilim. Seslerini tam anlamıyla duyuramasalar da oldukça nitelikli kalemler var. Bir gün mutlaka duyuracaklar…
“Otuzundan önce çekip gitmek çok daha kolaydı. Otuzundan sonra solmuş kıyafetlerinin yanına; annenin ölü bedenini, büyümesini göremediğin oğlunu, bir bilye kavanozu gibi darmadağın olmuş umutlarını da sığdırman gerekiyor çünkü. Kendi kadavranı sığdırman gerekiyor.”