Bir anda kaybolan 8 yaşında bir kız çocuğu…
Üç hafta sonra dere yatağında gömülmüş olarak bulunan cansız bedeni…
Baş şüpheli olarak öne çıkan ve köydeki her pisliğin altından çıkan nüfuzlu amca…
Amcadan aldığı çuvalı gömerken içinde Narin’in cansız bedeninin olduğunu fark ettiği halde verilen işi bitirdiğini, eve dönüp namazını kıldıktan sonra Narin’i arama çalışmalarına katıldığını soğukkanlılıkla anlatan bir başka şüpheli…
Sürekli değiştirdikleri yalan ifadelerle, asılsız ihbarlarla, organize eylemlerle soruşturmayı sarpa sardıran koca bir aile ve koca bir köy…
Birden fazla aile mensubunu da içeren çarpık ilişki iddiaları…
“Hadi yalan söylemeye devam edin” diye çıkışarak köy ahalisinin bir bölümünün suç ortaklığını haykırma cesareti gösteren ve kafasına yumruk atılarak susturulan bir kadın…
Aynı bölgede aynı dere yatağında farklı zamanlarda başka çocuk cesetleri bulunduğu gerçeği ve bugüne kadarki “kayıp” vakaları için de gündeme gelen cinayet ve istismar ihtimali…
Soruşturmanın başlarında “Çember daraldı” açıklamasıyla umut vadedip sonra ne hikmetse sessizliğe gömülen il jandarma komutanı…
Herkesin bildiği sır olarak üzerine konuşulmayan ancak cinayet ve soruşturmaya dair tüm süreçlerin üzerine düşen Hüdapar-Hizbullah gölgesi…
“Bilmediğimiz şeyler var. Bilsek de konuşmamamız gereken şeyler de var çünkü aile bizim dostlarımız” diyerek işin ardının arkasının fazla kurcalanmaması için gözdağı veren ve kendisi de Diyarbakır’ın nüfuzlu ailelerinden birine mensup olan AKP’li milletvekili…
Ve tüm bu curcuna içinde cinayetin üzerinden bir ayı aşkın zaman geçmişken hala yanıtlanamayan (hatta sorulamayan) onlarca soru ve organize olduğu açık olan ifade değiştirmeler ve asılsız ihbarların da etkisiyle gerçeğin yalandan ayırt edilemez hale getirildiği olağanüstü bir bilgi kirliliği…
Cinayetin üzerinden bir ayı aşkın zaman geçtiği ve kamuoyu baskısıyla konu bir şekilde gündemde kaldığı halde hukuku ve polisi ilgilendirdiği haliyle “Narin’i kim ve neden öldürdü?” sorusunun yanıtı hala açığa çıkmadı. Ancak cinayetin ardındaki mekanizma apaçık ortada. Somut fail ya da failler ile cinayet motivasyonunun hala gizlenebiliyor olması; söz konusu mekanizmayı, gücünü ve oluşturduğu tehdidi daha da berrak hale getiriyor.
Ortaya saçılan her biri birbirinden çirkin, birbirinden vahim senaryoların tümünde ortak bir yan var: Karşımızda fazlasıyla çürümüş, fazlasıyla sapkın ve fazlasıyla saldırgan bir örgütlü mekanizma duruyor. Aşiret, tarikat, parti, devlet gibi oluşumlar arasında ayrımların silikleştiği bir düzlem ve bu düzlemin ideolojik tutkalı olarak dinselliğin öne çıktığı bir tablodan söz ediyoruz.
Organize bir çocuk cinayeti karşısında milyonlarca yurttaşın kapıldığı dehşet, düzenin yarattığı tüm çürümeye karşın ülkemizde insanın ve halkın yerli yerinde durduğunu gösteriyor. Dehşetin kaynağını kurutmak içinse onu doğru tanımlamak ve daha fazlasını yapmak durumundayız. Karşımızdaki düşman vicdani ve ahlaki bir kategori olarak “kötülük” değil, siyasal ve ideolojik bir kategori olarak gericilik. Aynı bağlamda gündeme gelen “örgütlü kötülük” söylemi, söz konusu olgunun organize karakterini daha fazla yansıtıyor olsa da yeterli değil. Kötülük, bu tablonun zorunlu bir sonucu ve ancak sınırlı bir parçası. Karşımızda örgütlü ve hatta devletleşmiş bir gericilik var. Kötü olan, gericiliğin kendisi. Gericilik, doğası gereği kötülüğü çağırıyor.
Sarsıcı olsa da istisnai değil. Kayıtlı ve kayıtsız Kuran kurslarında, tarikat yurtlarında, tüm tarikat ve cemaat ortamlarında, aşiret ağlarında yitip giden ilk çocuk Narin değil. Bu karanlık ağlar parçalanmadıkça ne yazık ki son da olmayacak.
Zorla evlendirilen, alenen ya da gizlice istismar edilen, şiddet ve baskı gören, günün birinde canice katledilen sayısız çocuk ve kadın… Nedensiz değil. Münferit de değil.
Aydınlanma, insanın ergin olamama halinden kurtuluşunu ifade eder. Aydınlanmanın içerilip aşılmasına dayanan sosyalizmse bu ergin olamama halinin kaynaklarını bireyselliğin ötesinde toplumsallıkta, akıl ve vicdanın ötesinde maddi koşullarda yani toplumsal düzende arar. Keza çözümü de.
Aydınlanmanın olduğu yerde dogma değil akıl vardır. Aydınlanmanın, yani aklın topluma mal olduğu yerde kul değil insan, tebaa değil yurttaş, biat değil özgürlük vardır. Aydınlanmış kitleleri sömürüye ve baskıya razı etmek daha zordur. Tersinden söylersek, sömürü düzeninin devamını sağlamak için insanı ve onun gelişkin değerlerini yok etmek, bunlara düşman olan geri unsurları örgütlemek zorundasınız.
Narin’i öldüren de işte bu örgütlenmiş ve hatta devletleşmiş gericilikti. Sömürünün devamı, eşitsizliğe ve zorbalığa karşı ayağa kalkan ya da kalkma potansiyeli olan insanı boğmak için aşireti, partisi, tarikatıyla gericiliğin örgütlenmesi ve silahlandırılması gerekiyordu. Narin’in ölümünde suç ortaklığı açık olan insan topluluğunun bir biçimde ilişkilendiği Hizbullah da Türkiye’de sermaye düzeninin bu eksendeki saldırılarını yoğunlaştırdığı bir dönemin ürünü olarak ortaya çıktı. Türkiye’nin devlet içinde yuvalanmış (hatta devletleşmiş) mafyalar, çeteler eliyle kan gölüne döndürüldüğü, faili meçhullerin ve gözaltında kayıpların sıradanlaştığı, devlet adına çalışan unsurların halka karşı alenen suç işlediği ve bu ortamdan maddi çıkar elde ettiği bir dönemin doğrudan ürünüydü. Düzenin halkı boğmak için imal ettiği örgütsel yapılardan biriydi.
Sömürü düzeninin devamlılığı, bu gibi yapılar eliyle temin ediliyor. Bu türden yapıların insan malzemesi de yapılan işle uyumlu oluyor. Sömürü ilişkileri, girdiği her yerde insani değerleri aşındırma, dayanışmanın yerine rekabeti, güzelliğin yerine çirkinliği koyma eğilimindedir. Bu düzenin devamlılığı için suç işleyen yapılar ise bu çürümeyi arşa çıkarma, içinde bulundukları toplumları dibin de dibine çekme eğilimindedir. Dinci yapılar, kutsallık kisvesinin arkasında bu çürümeyi en fazla derinleştirenlerdir.
Narin neden öldürüldü? İstismar mı edildi, görmesi istenmeyen bir şeye mi tanık oldu, tanık olduğu şeyin niteliği neydi? İhtimaller sonsuz. Her biri birbirinden korkunç olan bu ihtimallerden hangisinin doğru olduğunun da bir yerden sonra önemi yok.
Narin’i kim öldürdü? Amca? Abi? Bir başkası? Küçücük bir kız çocuğunu boğarak öldüren pis ellerin kime ait olduğu da bir yerden sonra önemsiz. Gözünü kırpmadan cinayet işleyen, soğukkanlılıkla delil karartan ve buna koca bir aileyi hatta köyü ortak eden, devlet ve siyasi iktidar içindeki “dostluk” ve çıkar ilişkileriyle soruşturmayı çıkmaza sürükleyip gerçeklerin ortaya çıkmasını engelleyebilen bir güçten söz ediyoruz. Köy ahalisinin kayda değer bir bölümünün suç ortaklığında işlenen ve bir ayı aşkın süredir işlenmeye devam eden bu suç, muhtemelen tehdit ve baskının ötesinde aşiret bağları ve dinsel ideoloji temelinde üretilen rıza ile de hala ilk günkü kadar organize bir nitelik taşıyor.
Narin’i örgütlü gericilik öldürdü. Bu gericiliği devamlı olarak besleyen ve düzenli olarak yardıma çağıran düzen, bu düzenin bilinçli olarak tasfiye etmediği feodal bağlar öldürdü.
Çözüm tek tek yurttaşların vicdanının temizliğinde değil, vicdanı bu suçu kabul etmeyenlerin örgütlü müdahalesiyle gericiliğin tasfiyesinde. “Narin Norveç’te doğsaydı ne olurdu” gibi abuk sabuk sorularla yaşadığı topraklara yönelik umutsuzluk pompalamak bir yana, bu toprakları örgütlü gericilikten arındırmak için kavga vermekte.