
Gönenç Hacaloğlu
“Tarihi ileri sıçratacak öznenin olmadığı koşullarda kriz ve denge durumlarını içeren araftan cehennemin daha alt katlarına inildiğini biliyoruz. Ancak özne gökten zembille inmeyeceğine, daha iyiyi arayan insanlık tarafından yaratılacağına göre kötümser olmak için ne kadar sebep varsa iyimser olmak için de o kadar sebep var. Araf daha kötüsüne olduğu kadar daha iyisine de gebedir. Mao’nun meşhur ifadesiyle: “Gökkubbenin altında muazzam bir kaos var, vaziyet harika.””
Marx, Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı’ya Önsöz’ün sonunda Dante’nin İlahi Komedya’sına atıfla şöyle söyler:
“Bilimin eşiğinde, cehennemin giriş kapısında olduğu gibi, şu kurala uymak zorunludur: Qui si convien lasciare ogni sospetto (Burada bütün kuşkular kovulsun) / Ogni vilta convien che qui sia morta (Ve burada her türlü korku yok olsun)”
Uluslararası hukuk kavramı bugünlerde tıpkı insan hakları kavramı gibi ilahi bir kavram olarak kullanılıyor. Rusya’nın Ukrayna’ya müdahalesi ile başlayan süreç, cumhuriyetçi “redneckleri” ve “aktivist” demokratları, Boris Johnson’dan Alman Yeşillerine varıncaya dek sağlı “sollu” tüm Avrupalı siyasileri Rusya’nın ilahi bir yasayı ihlal ettiği konusunda hemfikir hale getirdi. Putin’in bu kadar “kutsal” bir yasayı çiğnediği için Tanrı’nın gazabından korkması gerektiğini söylüyorlar. Ama geçmiş olsun; Batı’nın Tanrısı inandırıcılığını kaybedeli çok oluyor. Vadettikleri gerçekleşmeyen bir Tanrı’nın gazabından korkulabilir mi? Refah devleti gelecekti, sömürgecilik ve mandacılık tamamen ortadan kalkacaktı, tüm devletler ve tabii halklar egemen ve eşit olacaklardı. Gelişemeyen halkların sorunu Batı’nın mucizevi pazar + demokrasi formülünü uygulamamış olmalarıydı. Kendi kapitalizmlerini geliştirmeliydiler; neticede teşebbüs hürriyeti en önemli insan hakkıydı. Birleşmiş Milletler’in doğumu İsa Mesih’in doğumuna benzer bir kurtuluşu müjdeliyordu. “İnsanlığa tarif olunmaz acılar getiren” savaşlar son bulacaktı, “galiplerin adaleti” tüm insanlığı kurtaracaktı. Hepsi tuzla buz oldu, tarihin sonu bir türlü gelemedi.
Hatırlarsanız Rusya’yı uluslararası hukuku tanımayan “günahkâr” bir devlet ilan eden koroyu çok uzak olmayan bir geçmişte pek çok kez yan yana görmüştük. O zaman farklı bir şarkı söylüyorlardı. Dinleyenler ve eşlik edenler daha kalabalıktı. Sırasıyla Miloseviç, Saddam, Bin Ladin, Kaddafi ve Esad şeytan ilan edildi. Böylece “ötekilerin barbarlığı” şartı gerçekleşmişti. Sırada müdahaleyi haklı kılacak doğru ahlaki ve ilahi argümanı bulmak vardı. “İnsan hakları ve demokrasi” kavramları çok işlevli oldu. İnsan hakları ve demokrasiyi getirme hakkı ise pek tabii bu kavramların mucitlerinindi. Sonuçta Wallerstein’ın “müdahale hakkı” dediği şeyin tüm şartları sağlanmış oldu. Belgrad’da NATO bombardımanında katledilen sivillerin, Libya’da ve Suriye’de birbirine kırdırılan halkların, Ebu Garip ve Guantanamo’da tutulan “kanundışı muhariplerin”[1] insan hakkı yoktu. Muhtemelen politik doğruculuk çağında yaşamasak, egemenler müdahalenin gerçekleştiği coğrafya halkları için 19. yüzyılda olduğu gibi daha dürüst konuşacaklardı. Misal ne diyordu Hindistan’daki sömürge valisi:

“Milyonlarca insanın arasında bir yerlere daha önce bulunmayan bir adalet, mutluluk ya da refah duygusu, bir mertlik ya da haysiyet duygusu, bir vatanseverlik kıpırtısı, entelektüel aydınlanmanın şafağını ya da bir vazife heyecanı bıraktığını hissetmektir. Bu kadarı yeterlidir. İngiliz’in Hindistan’da bulunmasını haklılaştıran budur.”[2]
Tüm bu müdahaleler sırasında artık Jus Cogens[3] bir nitelik kazanmış olan BM Statüsü 2/4 uyarınca kuvvet kullanma yasağını hatırlatanlar, Ebu Garip ve Guantanamo’daki esirler için Cenevre Sözleşmeleri ek protokolleri gereğince tanınması gereken savaş esiri statüsünü gündeme getirenler, Libya için alınan BMGK kararlarının uluslararası hukuka aykırılığından bahsedenler ilahi/doğal hukuka karşı gelmekle suçlandılar. Doğal olan ve savunulması gereken o zaman “insan hakları ve demokrasi” idi. Pekâlâ o zaman pozitif uluslararası hukuk kurallarının “önleyici meşru müdafaa” gibi bir kavram uydurularak baypas edilebileceği kabul edilmiş oldu. Şimdi aynı koro, çoktan eski bir masal olarak unutulmaya bıraktıkları uluslararası hukukun ölüsünün başında ağıt yakıyor. Başımız sağ olsun ama unutmayın beyler, ilk ateşi siz açtınız.
Şimdi uluslararası hukukun yeniden hatırlanıyor olması trajikomik – ve olabildiğince ilahi – bir tekerrüre benziyor. Marx’ın 18. Brumaire’de Hegel’e yaptığı meşhur katkıyı hatırlatalım: “Tarihte olaylar ilkinde trajedi ikincisinde komedi olarak tekerrür eder.” Hukuk, sömüren sınıfların dinden sonraki sığınaklarından pek de fazlası olmadığına[4] göre hukuki bir değerlendirmeyle zaman kaybetmeye gerek yok; neticede bizim tek gerçek bilimimiz tarihtir. O halde tarih biliminin ışıklı yolunun ve cehennemin eşiğinde dururken, tüm kuşkuları kovmak ve tüm korkuları yok etmek için bir dua ile başlayalım: “Korkmamalıyım. Korku katilidir aklın. Korku, mutlak yıkım getiren küçük ölümdür. Korkumla yüzleşeceğim.”[5]
Inferno
“Ey Tanrı’nın adaleti! Bir araya getiren kim,
bu görülmemiş acıyı işkenceyi?
Suçumuz yok etmekte bizi, gerekçesi ne?”[6]
Cehennem, VII. Kanto, 19

Cehennemin savaş durumundaki, cennetinse barış durumundaki dünyayı tasvir etmek için kullanılması, şüphesiz hatalı bir varsayımın sonucudur. Hatta cehennemin kapılarının adlı adınca bir barış durumunu müjdeleyen Westphalia Barışı ile birlikte aralandığını iddia etmek mümkündür. Hikâyeyi biraz daha eski bir tarihe ve Dante’nin memleketine kadar götürebiliriz. İddia odur ki tarihsel bir sistem olarak kapitalizmin ilk nüveleri, 14. ve 15. yüzyıllarda Kuzey İtalyan kent devletleri olan Floransa, Venedik, Ceneviz ve Milano’da görülmüştür.[7] Kastedilen sınırsız sermaye birikimi için geliştirilen yöntemler ve ticaretin hâkimiyet altına alınmasıdır. Elde edilen servet ve iktidara sahip olmak için girişilen mücadele, Avrupa içi güç mücadelelerinden Otuz Yıl Savaşları’na kadar uzanır. Savaşı sona erdiren 1648 Westphalia Barışı, bildiğimiz dünya-sistemin temelidir. Uluslararası hukuk yazarları, Westphalia’yı uluslararası hukukun temeli olarak görmek konusunda neredeyse hemfikirler. Elbette kastedilen uluslararası hukuk, Avrupa kamu düzeninden başka bir şey değil.
Tesadüf o ki coğrafi “keşifler” de üç aşağı beş yukarı benzer tarihlere denk gelmektedir. Sermaye birikimi ile uzun denizleri katedebilecek gemilerin yapılması, Avrupalı fatihlerin eski dünyanın “barbarlarına” Hristiyanlık ve uygarlık götürmesi, karşılığında köle ve artı-değer almasıyla sonuçlandı. Bu klasik sömürgecilik yöntemi böylece dünyanın yoksul/çevre ve merkez/zengin coğrafyalara ayrılmasına hizmet etti. Aradan geçen beş yüz yılda pek de bir şey değişmediğini söylemek gerekiyor. Dünyanın yoksul coğrafyalarında üretilen artı-değer farklı yöntemlerle de olsa aynı işleyiş prensibiyle zengin merkezlere aktarılmaya devam ediyor. Bu coğrafyaların farklı yüzyıllarda dünya-sistemin bu şekliyle sürmesi adına Hristiyan-Hristiyan olmayan, uygar-barbar, insan haklarının ve demokrasinin olduğu-olmadığı ve otoriter coğrafyalar olarak bölünmesi devam etti. Böylece çevre ülke halklarının, merkez kapitalist ülkelerdeki yönetici sınıfların refahı için tüm yaşamları boyunca çalışması sağlandı/sağlanıyor. Bugün buna klasik sömürgecilik değil emperyalizm diyoruz. Batı hegemonyasının tarihi böylece dünyanın geri kalanı için cehennemin kapılarını araladı ve şüphesiz beş yüz yıl boyunca daha da derine indik.
Batı hegemonyası devam ederken ilahi bir şey oldu. 1789’da Robespierre’in inadı ve baldırı çıplakların gözü karalığı gökyüzünün Tanrısını tahtından indirdi. Tanrı’nın gazabı son bulmuştu, egemenlik artık halkın olacaktı derken yeryüzünün yeni Tanrısı ortaya çıktı. Egemenlik halkın değil burjuvazinindi. Cehennemde bir kat daha aşağıya indik. 1848 ayaklanmaları kalıcı bir zaferle sonuçlanabilseydi ya da 1871’de komünarlar tüm göğü fethedebilselerdi bugün cehennemden çıkmış olabilirdik. 1917’de cehennemden çıkan merdivenleri gördük, umut 1991’de kötü bir biçimde yıkıldı. Hepimiz enkazın altında kaldık. Küreselleşme ve neoliberalizm, bu kez Sam Amca’nın öncülüğündeki Batı’ya artı-değer aktarımını görülmemiş bir hızla artırdı. Aklımıza gelen her şey alınır satılır metalar haline geldi. Bir yerden bir yere gitmek, su içmek, eğitim ve sağlık, birini sevmek, özgürlük ve hatta yaşamın kendisi. Bugün hepsinin piyasanın insafına bırakılmış bedelleri var. “Yok başka cehennem, yaşıyoruz işte.”
Dikkat çekilmesi gereken kapitalizmin tarihinin Batı hegemonyasının tarihi olduğudur. “Tarihsel kapitalizm, dünyanın Avrupalılar ve bunların soyundan gelip Birleşik Devletler’i kuranlar tarafından fethi ile iç içe geçmiş durumdadır.”[8] Kapitalizm, Batı hegemonyasının işleyiş prensibi, emperyalizm de bunun en gelişmiş aşaması-doğal sonucudur. Bugün Batı hegemonyası bir avuç sömürücü dışında tüm dünya için cehennemin ta kendisidir. Batılı merkez ülkelerin emekçi sınıflarının çevreden gelen artı-değer sayesinde nispi bir refah içerisinde olması gerçekliği pek değiştirmiyor. Dante’nin cehenneminin de birbirinden farklı acılar çekilen katları var. Güya tarihin sonunun ilan edildiği bir çağda emperyalizm kavramının imparatorluk teorileriyle sulandırılması ve Rusya ile Çin’in ABD ile bir tutulması tarih bilimini yok saymaktır. Emperyalizm, bir devletin biçimsel iktidarını genişletmesinden çok daha fazlasıdır.
Purgatorio
“Oysa, aynı hendeğin, aynı surun kuşattığı
senin halkın şu ara savaşmakta,
kardeş kardeşi boğazlamakta.”[9]
Araf, VI. Kanto, 82
Arafı kriz ve denge durumunu ifade etmek için kullanabiliriz. Kriz genellikle bir dünya-sistemden başka bir dünya-sisteme geçişin olanakları ortaya çıktığında görülür. Geleneksel ifadeyle “yönetenlerin eskisi gibi yönetemediği, yönetilenlerin de eskisi gibi yönetilmek istemediği” durumlar, kriz durumlarıdır. Tarihin bu anlarında dünyanın eski ve yeni güçleri arasında bir denge durumu vardır. Pekâlâ bu güçlerin biri diğerinden daha iyi veya ilerici olmak zorunda değildir. Birleşik Krallık hegemonyasının yerini Birleşik Devletler hegemonyasına bırakması örneğinde olduğu gibi iki güç birbirinden daha iyi değildir. Ancak unutulmaması gereken tarihi ileri götürecek lokomotifin ortaya çıktığı zamanların da hep kriz zamanları olduğudur. Ekim Devrimi’nin 1. Dünya Savaşı sırasında olması tarihin hoş bir tesadüfü değildir. Yirminci yüzyılın ikinci yarısının üçüncü dünya ülkelerinin ulusal kurtuluş mücadelelerine sahne olması da aynı şekilde. Bu bağlamda araf, statik bir konum değil; devinim içerisindeki bir olasılıklar denizidir. İnsanlığı cehennemin en aşağı katına da gönderebilir, cennete çıkan dağın tepesini de gösterebilir.
Soğuk Savaş boyunca yerküre bir denge ve kriz durumundaydı. ABD hegemonyasına karşı SSCB’nin varlığı – tüm günah ve sevaplarıyla – insanlığa başka bir yol gösteriyordu. Keza SSCB’nin eleştirisine dayansalar da aynı Marksist-Leninist tarih felsefesinin içinde, Avrupa kamu düzeninin dışında kendi yollarını arayan üçüncü dünya kurtuluşçuları da öyle. SSCB’nin çöküntüsü ve tek kutuplu dünyanın kuruluşuyla insanlık tarihte eşi benzeri görülmemiş bir hızla cehenneme yuvarlandı. Bugün tek kutuplu dünyanın sonuna yaklaşılıyor, cehennemin kapıları bu kez içerden zorlanıyor. SSCB’nin çöküntüsü üzerinden bölgesel gerici bir güç olarak ortaya çıkan oligarşik Rusya’nın son hamlesi bu bağlamda değerlendirilmeli.
“Dünya emperyalizmin, onun siyasi, ahlaki, hukuki görüşlerinin can çekişmesini yaşamaktadır. Afrika, Asya, Latin Amerika insanları, baskıcı sömürgecilerin onları hapsetmek istediği hukuki çerçeveyi terk ediyorlar.”[10]
Verges’in yukarıdaki alıntısından bahisle onun kopuş-uyum ikilemiyle devam edelim. Uyum, toplumsal düzene ve onun meşrulaştırıcısı olan hukuka baş eğmeyi ifade eder. Uyum savunmalarında sanık çatışmadan kaçar, oyunu kuralına göre oynamayı seçer. Rusya, Ukrayna’ya askeri müdahalesini haklılaştırmak adına yeni bir “kavram seti” dolaşıma soktu. Pekâlâ o da kendisinden öncekiler gibi “önleyici meşru müdafaa” adı altında harekata başlayabilirdi. Oysa uluslararası hukukta daha önce görülmeyen bir argümanla, “Ukrayna’nın denazifikasyonu” hedefiyle harekata başladığını duyurdu. Bu durum, uluslararası ilişkiler düzleminde Rusya’nın Avrupa kamu düzeninin belirlediği sınırların dışına çıkmak, oyunun kurallarını kendisinin koymak istediği anlamına gelmekte; bir kopuşu ifade etmektedir. Cemil Ozansü’nün müthiş yazısından[11] ilhamla “Rusya uluslararası hukuku ihlal değil; inşa ediyor.” “Kopuş, davanın tüm yapısını altüst eder. Olgular ve eylemin koşulları ikinci plana düşer; ön planda, aniden, toplumsal düzene karşı yöneltilen sert itiraz belirir.”[12] Bu kopuş 1945’te Yalta ile kurulmuş olan denge durumuna bir dönüş isteği olarak da görülebilir. Önemli bir farkla, bu kez Rusya, insanlığa düşmanlarından pek farklı bir tarihsel-toplumsal sistem vadetmiyor. Yine de belirtmek gerekir ki “denazifikasyon” ifadesinin kendisi bile başlı başına Avrupa kamu düzenine bir itirazdır. Samir Amin’in söylediği üzere:
“Avrupa-merkezciliğin özünde modelin yayılmasına direnen halkların ve uygarlıkların yok edilmesi var. Bu bakımdan nazizmi başka örneği bulunmayan bir sapma gibi değil, Avrupa-merkezci savların aşırı bir ifadesi olarak değerlendirmek gerekir.”[13]
Peki mevcut krizden korkmalı mıyız? Tarihi ileri sıçratacak öznenin olmadığı koşullarda kriz ve denge durumlarını içeren araftan cehennemin daha alt katlarına inildiğini biliyoruz. Ancak özne gökten zembille inmeyeceğine, daha iyiyi arayan insanlık tarafından yaratılacağına göre kötümser olmak için ne kadar sebep varsa iyimser olmak için de o kadar sebep var. Araf daha kötüsüne olduğu kadar daha iyisine de gebedir. Mao’nun meşhur ifadesiyle: “Gökkubbenin altında muazzam bir kaos var, vaziyet harika.”
Paradiso
“Bundan sonra gördüklerim sığmaz sözcüğe,
bu görüntü karşısında yetersiz kalır dilimiz,
bu yoğunluğa dayanamaz belleğimiz.”[14]
Cennet, XXXIII. Kanto, 55
Cennet, henüz hiçbir dünya-sistemde görülmemiş, belirli belirsiz bir umudu, “sıyrılıp gelecek” olanı simgelemektedir. Araf ve cehennemden farklı olarak henüz bilinebilir değildir. Haksızlık olmasın, yeryüzünde bir cennet yaratma girişimleri oldukça güçlüydü ve tarihte derin izler bıraktı. Hepsi de samimi girişimlerdi ancak bunların büyük bir bölümü başarısızlıkla sonuçlandı veyahut kapitalist dünya-sistem tarafından boğuldu. Ancak insanlığın cenneti arayışı elbette sona ermedi. Her şey karşıtıyla var olduğuna göre cehennem ve cennet, kapitalizm ve sosyalizm arasındaki diyalektik ilişki gereği bu arayış sürmeye devam edecek. Arayış zaferle sonuçlandığında, cennet gökyüzünden yeryüzüne indiğinde, sınırsız ve sınıfsız dünya kurulduğunda herkes görecek tarihin sonunun nasıl geleceğini.
Tarih egemenlerin olduğu kadar ezilenlerin, mitoloji tanrıların olduğu kadar ateşi çalan Prometheus’un mitolojisidir. Tarih henüz sona ermediğine göre insanlığın hikâyesi yazılmaya devam ediyor. O halde net ve dürüst olmakla başlayalım, cennetin kapısında ilk kural dürüst olmaktır. Şimdilik ilk soru, içinde bulunduğumuz zaman diliminde tek başına söylenince “savaşa hayır” ne demektir?
Tek başına söylendiğinde “savaşa hayır” sloganının naifliği, beş yaşındaki bir çocuğunkinden bile daha gülünç ve acınası. Mesele savaşa neden olan sebeplere hayır deyip diyemediğimiz. Sınırsız sermaye birikimine, Batı hegemonyasına, NATO genişlemesine, Donbass halkının uğradığı zulme, tek kutuplu dünyaya, emperyalizme hayır mı evet mi? Bugünlerde bu sorulara netlikle cevap vermek pek “moda” değil. Ukraynalı sivillerle birlikte Donbasslılara, Filistinli ya da Yemenli çocuklara üzülmek de öyle. Sebeplerinden bağımsız bir “savaşa hayır” söyleminin doğru ve “tarafsızca” olduğunu düşünüyor olabilirsiniz. Pekâlâ, liberalizmin en güçlü silahıdır “tarafsızlık” söylemi. Ancak unutulmaması gereken tarihin taraf olmayanlara ne kadar acımasız davrandığını gösterdiğidir. Taraf olmayarak oyundan kaçabileceğini sananlar, Acheron Nehri’nin kıyısında kayıkçı Kharon’dan kaçarak kendi cehennemlerini yaşamaya devam ediyorlar.[15]
Uluslararası hukuk cehenneme gönderileli çok oldu.[16] Güzel bir masaldı ama bu dünya-sistemde hiç gerçekçi değildi. Şimdi o eski masalı – elbette işlerine geldiği şekilde – yeniden hortlatmaya çalışıyorlar. Pekâlâ uluslararası hukuku bir ideal olarak görmek ve olumsuz anlamından kurtarmak mümkün müdür? Eğer kastedilen “eşitlik, kardeşlik ve özgürlük” ideallerinin gerçek bir evrenselcilikle buluşturulması ise evet. Tarih, bu soruya evet cevabı vermemizin mümkün olduğunu gösteriyor. Bunun gerçek bir ideal olabileceğini kendi hikâyelerimizin Dantelerinden biliyoruz. Spartaküs’ten, Thomas Müntzer’den, Robespierre’den, Pancho Villa ya da Castro’dan. Ufukta yeni bir kurtuluş umudu görünüyor mu? Pek değil ama bu yüzden umudumuzu kaybetmek gereksiz bir kötümserlik olur. Her an gökyüzündeki cenneti fethedip yeryüzüne indirmek için çıkılacak uzun bir yolculuk başlayabilir. Cennete giden merdivenleri gösterecek “bilge bir gezgin” çıkıp gelebilir.
“And it’s whispered that soon, if we all call the tune / Then the piper will lead us to reason / And a new day will dawn for those who stand long / And the forests will echo with laughter / Remember laughter?”[17]
Ama o büyülü ana kadar; sahiden yine mi şu eski uluslararası hukuk masalı? Sıktı artık.
[1] “Kanundışı muharip” nitelendirmesinin uluslararası hukukta bir yeri yoktur. Ebu Garip ve Guantanamo’da tutulanların, Cenevre Sözleşmelerinde geçen savaş esiri statüsünden yararlandırılmamaları adına hukuk dışı bu kavram uydurulmuştur. Bkz. Emre A. Öktem, Terörizm-İnsancıl Hukuk ve İnsan Hakları, İstanbul, 2. bs. Derin Yayınları, 2011, s. 122.
[2] İngiltere’nin Hindistan’daki vekili Lord Curzon’un, 16 Kasım 1905’te Bombay Byculla Kulüp’te, çoğunluğu sömürge yöneticilerine yaptığı konuşmadan; Michael Mann, “Torchbearers upon the Path of Progress”: Britain’s Ideology of a “Moral and Material Progress” in India: An Introductary Essay, 2004, s. 25.
[3] Uluslararası hukukta normlar hiyerarşisinde en tepedeki emredici olduğu kabul edilen norm.
[4] Aleksandr Grigoryeviç Gojbark, “Hukuk üzerine bazı düşünceler”, Çev. Taner Yelkenci, Marksist Devlet ve Hukuk Teorisi, Ed. Taner Yelkenci, İstanbul, 2.bs., NotaBene Yayınları, Aralık 2017, s.260.
[5] Frank Herbert’in Dune’undan bir Bene Gesserit duası.
[6] Dante Alighieri, İlahi Komedya, Çev. Rekin Teksoy, İstanbul, 12. bs., Oğlak Yayınları, 2011
[7] Georg Fulberth, Kapitalizmin Kısa Tarihi, Çev. Sadık Usta, İstanbul, 4. bs., Yordam Kitap, Ekim 2018, s. 111.
[8] Samir Amin, Kapitalizmden Uygarlığa, Çev: Naim Dönmez, Naim Atabağsoy, İstanbul, 1. bs., Yordam Kitap, Eylül 2017, s. 41.
[9] Dante, A.g.e.
[10] Jacques Verges, Savunma Saldırıyor, Çev: Vivet Kanetti, İstanbul, 6. bs., Metis Yayınları, Kasım 2018, s. 67.
[11] Cemil Ozansü, “Rusya, “uluslararası hukuku” ihlal mi ediyor yoksa inşa mı ediyor?”, JurnalTürkiye, 15 Mart 2022, (Çevrimiçi) https://jurnaltr.com/rusya-uluslararasi-hukuku-ihlal-mi-ediyor-yoksa-insa-mi-ediyor-cemil-ozansu/
[12] Verges, A.g.e., s. 47.
[13] Samir Amin, Avrupa-Merkezcilik Bir İdeolojinin Eleştirisi, Çev: Mehmet Sert, İstanbul, 1. bs., Yordam Kitap, Ağustos 2018, s. 132.
[14] Dante, A.g.e.
[15] İlahi Komedya’da cehennem kapılarının girişinde Acheron Nehri bulunur. Bu nehirde ölü ruhlar kayıkçı Kharon tarafından cehenneme taşınmaktadırlar. Geçidin kıyısında ise sonsuza dek hapsolmuş ruhlar bulunur. Bunlar hayattayken iyi ve kötü arasında seçim yapmayan kişilerin ruhlarıdır. Eşek arıları, bazı kurtçuk ve böcekler tarafından sürekli kanları emilir. Gerçek cehennemde olmasalar da burada kendi cehennemlerini yaşamaktadırlar.
[16] Bkz. Erdem Denk, “Güle Güle Uluslararası Hukuk, Cehenneme Kadar Yolun Var, Birikim, Şubat 2005, Sayı:190, (Çevrimiçi) http://www.erdemdenk.com/denk.cehennem.pdf
[17] Led Zeppelin – Stairway To Heaven