Barış Zeren
“Daha geniş perspektiften bakıldığında, Rusya’nın Ukrayna’ya müdahalesi üzerinden altı ay geçmeden Batı liderlikleri üzerinde –maalesef henüz bir hayalet değil ama– bir lanet dolaşmaya başladı.”
Finlandiya’nın genç başbakanı Sanna Marin’in döktüğü gözyaşları hepimizi kuşkusuz üzdü, farklı, göz kamaştırıcı bir lider portresi çizerken yara almış görünüyor. Motor montlarıyla rock festivallerine gidiyor, üstsüz kadınların boy gösterdiği partilere katılmaktan imtina etmiyordu. Sosyal demokrat başbakanın bu alışkanlıkları tartışmalara yol açtığında, kimileri bunu Rus istihbaratının işi olarak gördü. Oysa istihbarata ne hacet, Marin çılgın eğlence yaşamını hiç gizlememiş, bir sosyal medya fenomeni rahatlığıyla pozlar vermişti. Finlandiya’nın yüz yıllık tarafsızlığını birkaç ayda bozarak ülkeyi NATO’ya sokmaya çalışan başbakan olmasa, kampüs yıllarının aktif sosyal yaşamıyla meşhur arkadaşlarımızı anımsatan imajıyla bizleri gülümsetebilirdi.
Pandemi dönemi, Batı’da ve özellikle Avrupa’da yeni bir lider tipolojisine geçişin son evresini oluşturdu. Almanya’da Angela Merkel’in yerine gelen Olaf Scholz’un, İsveç’te Magdalena Andersson’ın, nihayet Sanna Marin’in ortak noktaları yalnızca sosyal demokrat olmaları değil, kimilerince deglobalizasyon denen (fazla iddialı olan bu terimi çekinceli kullanıyorum) bir dönemde, finans piyasalarından lojistik ağlarına, sosyal politikalardan enerji fiyatlarına, oradan uluslararası siyasette saflaşmalara uzanan girift bir kriz döneminde iktidara gelmiş olmalarıydı. Bunlara ABD’de Demokrat Joe Biden’ı da ekleyince, tablo Atlantik ötesinde de tamamlanıyor görünüyordu. Başta ABD, gövdede –sağcı olsalar da “yeni model” kategorisine giren– Britanya ile Fransa hükümetleri ve ön saflarda bu merkez sol liderlikler: Batı bugün nükleer savaş ihtimalini gündelik tartışma konusu haline getiren Rusya-Ukrayna krizini böyle karşıladı, böyle yönetiyor.
Marin sert eleştiriler karşısında, kırılganlığını gizlemeyen bir savunma yaptı. Kamuoyuna “ben de insanım,” diye seslendi, kamusal görevi ile özel yaşamı arasında keskin bir ayrım koydu, bir başbakan olarak tek bir gün görevini aksatmadığını belirtti, gözleri dolarak “halkını,” bu arada “Ukrayna’yı düşündüğünü” eklemeyi ihmal etmedi. Artık sosyal yaşam gösterileri açısından kabuğuna çekilmiş görünüyor. Şimdi Rusya’yla mücadelede “Gerilimin azalması ancak Rusya’nın çekilmesiyle mümkün” sözlerindeki şahin pozisyonla bunları telafi etme derdinde görünüyor.
Bir Lanetin Dökümü
Daha geniş perspektiften bakıldığında, Rusya’nın Ukrayna’ya müdahalesi üzerinden altı ay geçmeden Batı liderlikleri üzerinde –maalesef henüz bir hayalet değil ama– bir lanet dolaşmaya başladı. Marin’in hemen ardından, 1814’ten beri koruduğu tarafsız politikasını üç ay gibi bir sürede bozarak NATO’ya katılma kararı alan İsveç geldi. Üstelik, Sosyal Demokrat Başbakan Magdalena Andersson, NATO’ya girme konusunun “ulusal güvenlikle ilgili pek çok gizli bilgiyi barındırdığı” için “referanduma uygun olmadığını” söyleyerek, özenle korudukları “demokrasi” vitrinini bozmaktan çekinmemiş, bu konuda muhalefetten de destek görmüştü. Tam bir “devlet aklı” görüntüsü veren bu kritik adımı attıktan sonra Andersson Eylül 2022 seçimlerinde mecliste çoğunluğu kaybederek istifa etti.
ABD Başkanı Biden, iç politikada Trump’ın dönüşünü şimdiden mümkün kılan bir siliklik izliyor. Öğrenci kredi borçlarının silinmesi gibi çarpıcı “popülist” vaatlerini gerçekleştirmede zorlandığı gibi, sınır sorunu, enflasyonla mücadele gibi başlıklarda ciddi baskı altında. New York Times’tan Michael Shear “Pek çok Demokrat Partili öfkelerine tercüman olacak bir savaşçı isterken Biden daha pasif bir yolu tercih etti,” yazıyor. Dış politikada, Rusya karşıtı cepheye katamadığı Ortadoğu petrol emirliklerine ziyareti başlı başına bir taviz emaresiydi; bugüne kadar ABD başkanının benimsediği Ortadoğu siyasetinin inkârı ve iflası kabul edildi. Bu arada, seyahat arifesinde Biden’ın oğluna ait olduğu ileri sürülen, pedofiliye varan son derece ağır özel yaşam ifşaatlarını da unutmamak gerekir. Biden’ın da diğerleri gibi, sallantılı bir siyaset figürü olduğu göze çarpıyor. Son Global Fund konuşmasından sonra kürsüde bocalamaları, Biden’ın bilişsel sağlığı konusunda uzun süredir ortaya atılan spekülasyonları körüklemiş durumda.
Tabii, Alman Şansölyesi Scholz: Almanya’nın ekonomik çıkarlarını çöpe atarcasına Rusya’yla karşı karşıya gelen sosyal demokrat liderin henüz birinci yılı dolmadan oldukça yıprandığı kaydediliyor. 22 Eylül tarihli Der Spiegel’e göre Scholz federal parlamento önünde sıklıkla sesini yükseltmeye, hatta bağırmaya başlamıştı. Son konuşmasında yumruğunu sıkarak “Bunlar ciddi zamanlar” demiş, “toplumun bütünlüğünün önemine” dikkat çekmişti; “You’ll never walk alone” (Asla Yalnız Yürümeyeceksin) tezahüratını hatırlatarak ülkedeki bölünmeden şikayet ediyor ve destek bekliyordu. Bütün bu seyre neredeyse yukarıdaki örneklerle aynı günlerde özel yaşam skandalının eşlik ettiği de atlanmamalı. Yalnızca sosyal demokrat parti üyelerinin girebildiği, Scholz’un da katıldığı bir gecenin sonunda dokuz kadın tecavüz hapına maruz bırakıldıkları iddiasını ortaya attı. SPD lideri Lars Klingbeil, haberler karşısında “şok geçirdiğini” söylüyordu. Siyasal zayıflığı ve kırılganlığı, Almanya’nın 1945 sonrasında gördüğü en büyük Avrupa savaşının öncü ülkelerinden biri olduğu hesaba katıldığında daha çarpıcı hale geliyor.
Fransa’da Macron bir yeni kuşak politikacı olarak daha güçlü bir profil çizmeye çalışsa da söz konusu lanetten nasibini alıyor. Macron önce Nisan 2022’deki cumhurbaşkanlığı seçimlerinde sendeledi, üstelik merkez sağın hep kendine yontabildiği aşırı sağ tehdidine rağmen. Sonra parlamento seçimlerinde sosyalist ve aşırı sağ blok karşısında kan kaybetti ve Uber firması lehine lobi yaptığı gerekçesiyle yolsuzluk suçlamalarıyla karşı karşıya kaldı. Bugün, –daha çok da kendisinden önce, Fransa’nın neoliberal deregülasyon politikalarına katılmadaki yavaşlığı sayesinde– enflasyon ve enerji krizinden görece az etkilense de, “bolluk devri bitti, buna hazır olmalıyız” sloganı içerideki hegemonya krizinin büyüyeceğini gösteriyor. Unutmayalım, Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nda Ukrayna krizinde “tarafsız kalan” ülkeleri de Rusya’yı protesto etmeye çağırırken dinleyici sıralarının dörtte üçü boştu.
İngiltere: Johnson’ın günahı ve evrensel ders
Yine de hepsinden öğreticisi, Birleşik Krallık Başbakanı Boris Johnson’ın başına gelenlerdir. Johnson, bütün Batı hükümetleri arasında en sağlam figürdü. The Time’a göre “hiçbir şey onu alaşağı edemez” gibi görünüyordu. Brexit politikalarını ateşli biçimde savunan bir seçim kampanyası yürütmüş, Muhafazakâr Parti’yi otuz yıldır görmediği bir parlamento çoğunluğuyla hükümete oturmuş ve Brexit’i yaşama geçirerek tarihi bir hamleyi gerçekleştirmişti. Dahası, Ukrayna Krizi’nin alevlenmesinde ve Zelenskiy yönetimine destekte bütün Batı içinde başı çekmişti. İki dünya savaşında nasıl İngiltere ABD’yi Avrupa savaşına çektiyse, burada da benzer bir diplomatik maharet sergilemek Johnson’a nasip olmuş görünüyordu. Johnson, yukarıda saydıklarımızdan farklı biçimde, bu “deglobalizasyon” dönemini yürütmeye aday güçlü lider tipolojisine örnek oluşturacaktı.
Ne var ki, Haziran ayında Muhafazakâr Parti içindeki güven oylamasından kıl payı yakasını kurtaran Johnson, Temmuz başındaki hamleden kurtulamadı. Muhafazakâr hükümetinin bakanları, 36 saat içinde birer birer istifa ettiler. Britanya tarihinde bir gün içinde bu kadar bakanın istifa etmesine ilk kez rastlanıyordu. Yine siyaset içinden ve dışından gerekçeler sıralanmakta gecikilmedi; kimi Johnson’ı uygunsuz cinsel davranışlarda bulunan birini parti denetçisi yapmakla suçluyordu. Kimi Muhafazakâr Parti yöneticileri ise Johnson’un pandemiden bu yana uzayıp gelen güvenilmez çizgisine artık tahammül edememişlerdi. Bu arada, Putin’e karşı savaş siyasetinin başını çekmesine rağmen Rus oligarklarla yaptığı görüşmeleri partisinden gizlediği ileri sürülüyordu. Dolayısıyla, bir sonraki seçimlere Johnson’la girilmesi halinde yenilginin kaçınılmaz olduğundan korkuluyordu. Johnson istifa etmemek için bir süre direndi, hatta Trump gibi, anayasadışı yöntem arayışlarına girmekle suçlandı; sonunda kulislerde istifaya ikna edildi.
Johnson’ı deviren gücün içeriden, hatta fazla içeriden, basbayağı Muhafazakâr Parti içinden geldiği besbelliydi. Asıl gerekçe ise, yukarıda saydığımız bütün ilk gerekçelerin unutulduğu yeni liderlik (dolayısıyla başbakanlık) yarışında yavaş yavaş açığa çıkıyordu. Muhafazakâr Parti liderliği yarışında dış politika, Brexit gibi başlıklarda bir ayrışma olmazken, parti içinde fraksiyonlaşma bütçe politikalarında kendini göstermişti.
Anlaşılan, Johnson’ın günahı, pandemi sonrası İngiltere son kırk yılda gördüğü en yüksek enflasyona sürüklenirken, geniş halk kesimlerinin desteğini kazanma hedefiyle, sağlık sistemi reformuna harcanmak üzere bir vergi yükseltme programı öngörmesiydi. Ekonomik krize müdahalede devletin rolünü artıran bu hamleyi liberal kadrolar nezdinde asıl affedilmez kılan ise özellikle kurumlar vergisini yükselteceğini ilan etmesiydi. “Popülizmin” bu kadarı, sermaye çevrelerinin tüylerini diken diken etmeye yetti. Muhafazakâr Parti’nin kıdemli vekili David Davis’in “Ya vergi artırımı planını iptal eder ya da Jeremy Corbyn’le yan yana anılmayı hak eder” sözü ürküntünün tehdit boyutuna vardığını göstermekteydi – özellikle de, solcu İşçi Partisi liderinin nasıl alaşağı edildiği anımsandığında.
Johnson içeride liderliğini güçlendirirken dış politikada da Ukrayna krizindeki kışkırtıcı politikalarıyla hatırı sayılır bir otorite kurmak istemesi şaşırtıcı olmamalı. Ama enflasyonist baskıyı artıracağı aşikâr Ukrayna krizinin içerideki gerilimi bu kadar hızlı yükselteceğini, içeride “popülizminin” bu denli tehlikeli görüleceğini hesaplayamamıştı. Johnson Ukrayna krizini körüklerken, bütün güç sarhoşluğuyla kendi bindiği dalı kesmişti.
Nihayet, Boris Johnson’ın yerine aday yarışını “vergi kesintisi” ve “mini bütçe” programıyla İngiliz sağının radikal piyasa yanlısı politikalarında ısrar eden, “zenginler ve iş dünyası üzerindeki vergi yükünü azaltmanın ekonomik canlanma getireceği” ezberini yineleyen Elizabeth Truss kazandı.
Britanya’nın yeni başbakanı Liz Truss’ın bu neoliberal köktenciliği İngiltere’nin önündeki yeni dönem sorunlara ne denli yanıt olacağı, Avrupa’nın genelini de ilgilendiren bir soru. Çift rakamlara yürüyen enflasyon, ekonomik gerileme, işçi sınıfının tepkisi, enerji fiyatlarının artışı şimdiden Truss’ın programını boşa çıkarmış görünüyor. Ama ne önemi var? Geçmişinde sıkı bir solcu olan ve bugün Johnson’dan bile sivri sağ politikaları savunan Truss’ı, CNN International fantastik kurgularda kılık ve cisim değiştiren karakterlere benzeterek övüyor ve “en zor başkalaşımına hazırlanıyor” sözlerini ekliyor. Anlaşılan “Demir Leydi” Thatcher’la aynı politikalara sahip ama bu kez onun dönek, siyaset sahnesinde sürekli suflelere muhtaç, zayıf bir versiyonuyla karşı karşıyayız.
Zayıf liderliklerin dinamiği
Batı’da liderlik mi? De Gaulle’le ilgili ünlü anekdottur: Paris Nazilerden kurtarıldıktan sonra De Gaulle Fransız iş dünyasıyla ilk toplantısında şöyle bir hepsinin yüzüne bakar ve “Beyler, hiçbirinizi direniş merkezimiz Londra’da göremedim?” deyip ekler: “Ama anlaşılan burada tutuklu da değildiniz.” Yirminci yüzyılın ilk yarısında her türlü toplumsal meşruiyetini yitirmiş, yükselen Nazizm’e direnememek bir yana, onunla örtük işbirliğine girmiş ve savaş sonrası yükselen sosyalizm tehdidini ensesinde hisseden “hür dünya” devlet akılları için toplum nezdinde geçerli, güçlü lider figürleri bir zorunluluktu. Bu zorunluluk F. D. Roosevelt’ten Conrad Adenauer’a, W. Churchill’den, Charles de Gaulle’e kadar çağdaş tarihten pek çok efsanevi lider üretti. Bunlar yalnızca yıkıcı krizleri yönetmekle kalmamış, Soğuk Savaş devletler sisteminin kuruluşunda da etkin yer almış figürlerdi.
Yirminci yüzyılın başındaki bu kriz süreci ise Batı’da zayıf, kırılgan ve vasat liderliklerle eşgüdümlü gidiyor. Siyasal ufku sınırlı –çoğunlukla da politik doğruculuk gibi hap niteliğinde apolitik değerlerle belirlenmiş–, toplumsal –moda jargonla popülist– reçetelere el sürmeyen, tabanla bağları kırılgan, zayıf liderlikler yeni kopuşları idare etmede, olası risk ve yenilgileri müesses nizam adına üstlenmede şimdilik ideal görünüyor.
Bu tablonun sanıyorum yeni bir Soğuk Savaş’ın başlangıcı tartışılırken önümüzde koyduğu soru şu: Zayıf liderlikler ne ölçüde bir yeni sistem, bir toplumsal barış ya da bir uluslararası hukuk düzeni üretebilirler? Rusya-Ukrayna çatışmasının giderek alevlendiği bir dönemde mühim bir soru sayılmalı.