Türkiye’de 2023 seçimlerinin ardından uygulanmaya başlanan yeni ekonomi politikası küresel sermaye çevrelerinden tam destek görürken, en dikkat çeken kurumsal destekler Dünya Bankası ve Uluslararası Para Fonu’ndan (IMF) geldi.
Dünya Bankası geçtiğimiz haftalarda Türkiye’ye ek 18 milyar dolarlık daha finansman sağlayacağını açıklarken karar Türkiye kamuoyunda özellikle göçmen kotası üzerinden tartışma konusu oldu. Biz de bu yazımızda Dünya Bankası’nın Türkiye’ye sağladığı son kredileri tartışmaya açacağız.
Böylece son kredi miktarı ile birlikte Dünya Bankası’nın Orta Vadeli Program’ın ardından ilan ettiği toplam destek 35 milyar doları buldu. Hazine ve Maliye Bakanı Mehmet Şimşek, bu kaynağın Türkiye’nin enerji arz güvenliğinin sağlanması ve işletmelerin yeşil dönüşüm sürecinin desteklenmesi için kullanılacağını söyledi.
Son Dünya Bankası kredileri ağırlıklı olarak ‘yeşil dönüşüm’ ve Kahramanmaraş-Hatay depremi sonrası inşa çalışmalarını kapsıyor.
Peki bu Dünya Bankası kredileri ne anlama geliyor? Dünya Bankası kime, neden kredi veriyor?
Yazımızda bu soruları yanıtlamaya çalışırken öncelikle IMF ve Dünya Bankası’nın tarihine kısaca bakmakta fayda var.
DÜNYA BANKASI FİNANSMANININ ANLAMI
İkinci Dünya Savaşı’nın sona ermesine yakın, Temmuz 1944’te ABD’nin Bretton Woods kasabasında toplanan Birleşmiş Milletler Para ve Finans konferansına katılan 44 ülke, yeni bir küresel finans sistemine geçildiğini ilan etti. Toplantı sonucunda Dünya Bankası ve IMF’nin kurulmasına karar verildi ve Romanya dışındaki sosyalist ülkeler fona üye olmayarak sistemin dışında kaldı.
ABD dolarının da rezerv para ilan edildiği anlaşma imzalandığında; ABD, dünya sanayi üretiminin yüzde 50’sinden fazlasını oluşturuyordu ve dünya altın stoklarının yüzde 75’inden fazlasını elinde tutuyordu. Anlaşmadaki Amerikan egemenliğinin sebebi ise ABD’nin İkinci Dünya Savaşı sonrasındaki kazançlı konumuydu. ABD savaştan (İsviçre’yi saymazsak) kredi veren tek ülke olarak çıkmıştı.
Savaştan en güçlü çıkan ekonominin ABD olması ve yaşanan yıkımdan etkilenen diğer ülkelerin ABD’nin desteğine ihtiyaç duyacak olması bu sistemin en önemli ayaklarından birini oluşturmuştu. Bretton Woods’ta oluşturulan IMF ve Dünya Bankası aracılığı ile ihtiyaç duyan ülkeler kredi alacaktı. Böylece bugünkü bağımlılık ilişkisinin temelini oluşturan sistem de kurulmuş oldu.
Sonraki yıllarda ABD hegemonyasının önemli ayaklarından birisi ise Marshall yardımları ile başlayacaktı. Truman döneminin dışişleri bakanı George Marshall’ın adını taşıyan bu program için toplam 12,5 milyar dolar harcandı. Bu planın temel görevi, ikinci büyük savaştan sonra Atlantik ekseninde oluşan küresel iş bölümü sistemini güçlendirmekti.
Almanya, Japonya gibi savaşta yenilen ülkeler, bu iktisadi ve mali hegemonya aracılığı ile tam siyasal entegrasyon sağlayarak sınai anlamda büyük atılım yaşadı. Türkiye ve Yunanistan gibi çevre ülkelerde ise bu kredilerle Sovyet tehdidine karşı batı ekseninin sınırlarına önemli bir siper kazılmış oldu.
Geçen yıllarda kuşkusuz küresel ekonomik sistemdeki değişikliklerle birlikte bu kuruluşlar da çeşitli değişimlere uğradı. Günümüzde Dünya Bankası genellikle çeşitli ülkelere ‘yapısal uyum’ adı altında proje kredisi veriyor. Burada amaç genellikle kredi verdiği ülkeyi kendi doğrularına, yani çok uluslu şirketlerin çıkarlarına uygun biçimde şekillendirmek.
Dünya Bankası yardım edeceği ülkelerin kamu kesimine proje bazlı destek veriyor. Bu finansmanın IMF kredilerinden farkı, IMF kredilerinin proje bazlı olmaması. IMF bir ülkeye ödemeler dengesinin finansmanı amacıyla destek verirken oradan alınan paranın belirli bir proje için harcanması söz konusu olmuyor. Yani IMF kredilerinin Dünya Bankası kredilerine göre daha rahat ve geniş bir kullanım alanı oluyor.
Örneğin Türkiye’de tarım girdi desteklerinin bitirilip yerine doğrudan gelir desteği verilmesi veya Sağlıkta Dönüşüm Projesi ile sağlığın özelleştirilmesi gibi ‘reformlar’ Dünya Bankası projeleri kapsamında yapılmıştı.
IMF finansmanı büyük oranda kamu harcamalarının azaltılmasını ve mali disiplini önceleyen denetimleri içerirken Dünya Bankası finansmanları kapitalist piyasa mekanizmalarının kurumsallaşması, denetim altına alınması ve küresel entegrasyon çabasıyla birlikte yürüyor.
Bu noktada ‘IMF yardımı’ AKP tarafından öcüleştirilen bir kavramken ‘küresel kapitalist patikaya entegrasyon’ anlamında benzer dinamiklere sahip olan Dünya Bankası yardımları, Şimşek döneminde hükümetin favori ‘dış finansman’ enstrümanlarından biri haline gelmiş oldu.
Diğer taraftan IMF ve Dünya Bankası gibi kurumların verdikleri krediler faizleri ve geri ödeme imkanları açısından piyasadaki borçlanma araçlarına göre oldukça avantajlı. Bu durum göz önüne alındığında bu yardımların siyasi anlamı da ön plana çıkıyor.
KÜRESEL ELİTLERDEN AKP’YE DESTEK
ABD’nin IMF ve Dünya Bankası üzerinde büyük bir etki oluşturduğu ve bu iki kurumun ABD Hazinesi’nin neredeyse talimatına bakar hale geldiği de düşünüldüğünde, Türkiye’ye son dönemde akan finansmanı “küresel finans çevrelerinin ve batılı elitlerin yeni ekonomi programına yoğun destek verdiği” biçiminde okumak yanlış olmaz.
Öte yandan son krediler Türkiye’nin küresel ekonomik trendlere uyum sağlama açısından da değerlendirilmeli. Bol bol ‘yeşil ekonomi’ temasıyla süslenmiş kredi programlarının kriterleri de Türkiye ekonomisinin küresel entegrasyonunun hızlanması açısından önemli ipuçları veriliyor.
DÜNYA BANKASI’NDAN GÖÇMEN İSTİHDAMI ŞARTI
Bir diğer dikkat çekici nokta ise, programın ayrıntılarına bakıldığında, kimi istihdam projelerine verilecek desteklerde hem cinsiyet hem de uyruk konularında kotalar olması.
Dolayısıyla göçmen istihdamı, kimi projelerde kredi finansmanının şartlarından birisi. Bu da kuşkusuz emperyalizmin Avrupa ile Orta Doğu arasında tampon bölge oluşturma ve Türkiye’yi göçmen deposu hali getirmesi projesinin önemli bir ayağı.
Hazine ve Maliye Bakanlığı “Yeni Dünya Bankası Resmi Çerçeve (CPF) dokümanında sığınmacılar özelinde DB’den sağlanacak herhangi bir kredi bulunmamaktadır” sözüyle iddiaları reddetse de kamuoyuna açık olarak yayımlanan belgelerde ayan beyan ilan edilen kredilerin ayrıntılarına bakıldığında istihdam projelerinde göçmen kotası olduğu açıkça görülüyor.
Türkiye’de konu özel olarak göçmenler bağlamında tartışılsa da bu konudaki itirazlar yalnızca göçmen düşmanı çevrelerle sınırlı kaldı. CHP’nin yeni ekonomi politikasına verdiği göz önüne alındığında bu dış borçlanmaya ufku Erdoğan karşıtlığı ile sınırlı politik çevrelerin itiraz etmemesi de oldukça anlaşılır.
Sonuç olarak Dünya Bankası, Türkiye’ye göçmenleri istihdam etmeleri şartıyla borç veriyor. Belgelere bakıldığında aynı şekilde ‘yeşil ekonomiye geçiş’, ‘yenilenebilir enerji projelerine yatırım’ gibi küresel kapitalizmin güncel projelerine uyum sağlama hedefi de açıkça görülüyor. Türkiye’de iktidara yakın şirketler başta olmak üzere dev enerji şirketlerinin GES ve JES gibi yenilenebilir enerji üzerinden (devlet destekleri ve muafiyetlerin de yardımıyla) ne kadar kâr ettikleri ele alındığında durum daha da berraklaşıyor.
Batı kapitalizminin sembol kurumlarından olan Dünya Bankası’nın kendi politik ajandasına uyma şartıyla verdiği büyük finansal destek, AKP’nin 2023 seçimleri sonrası girdiği yolda kararlı bir şekilde devam edeceğinin bir kanıtı. 5 yıl seçim olmayacağı da hesaplandığında; AKP’nin düşük faiz, kredi bolluğu ve büyümeyi esas alan ekonomi politikalarının yerini en azından enflasyon düşene ve küresel para bolluğu geri gelene kadar rafa kaldıracağı rahatlıkla söylenebilir.
ÇÖZÜM KİMİN ELİNDE?
Sosyal harcamaların kısıtlandığı bir ekonomik program ise ücretli çalışanların, işçi ve memur kesimlerinin, emeklilerin ve yoksulların cebine dönük büyük saldırıların habercisi. Diğer taraftan AKP’nin küresel kapitalizmin yeni trendlerine ne kadar büyük bir hızda uyum sağladığının da bir göstergesi.
Türkiye’de bu tip itirazların göçmen düşmanı ve sağcı çevrelerle sınırlı kalmaması, anti-emperyalist ve bağımsızlıkçı kesimlerin de bu konuları gündemine alması oldukça elzem. Sorunların çözümü ise bağımsızlıkçı, planlamacı ve kalkınmacı bir ekonomiyi merkeze almaktan geçiyor.