Fransız Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron Çin’den döner dönmez, ayağının tozuyla Hollanda’ya gitti ve Başkent Lahey’de, bence önemli bir konuşma yaptı; üstelik güzel bir İngilizce ile. Bunu söylerken kendisinin bir Anglo-Sakson dostu ve hayranı olduğunu söylemiyorum, tersine her Fransız gibi, DNA’sında bu ırka ve Almanlara karşı doğuştan bir itkisi olması doğaldır. Önce bu konuda, Le Monde’un 12 Nisan 23’deki bir değerlendirmesinden paragraflar alalım.
Le Monde’da Sylvie Kauffmann şunları yazıyor: “Stratejik özerklik hem Emmanuel Macron’un Avrupa DNA’sı hem de en bölücü hobisidir”
“Akıntıya karşı, Ukrayna’daki savaş Atlantik İttifakı’nı on dört aydır güçlendirirken, Fransa Cumhurbaşkanı Avrupa’nın bağımlılıklarını, özellikle de savunma ve enerji açısından azaltma mücadelesini yeniden başlatıyor.” Kazanılmaktan çok uzak bir bahis olduğuna, köşesinde, “Le Monde” köşe yazarı Sylvie Kauffmann dikkat çekiyordu.
“(Avrupa’da Macron ve Polonya başbakanı) iki yere, iki karşıt vizyonla yaklaşıyorlar. Emmanuel Macron’un Avrupa’nın stratejik özerkliği kavramı konusunda yeniden saldırıya geçtiği bir dönemde, Birliğin altı kurucu devletinden biri olan Hollanda’nın Lahey kentinde 11 Nisan Salı günü bir konuşma yapan Polonya Başbakanı Mateusz Morawiecki, açıkça ifade edilmiş bir hedefle Washington’a uçtu: ‘Avrupa’da güvenliğimizi garanti eden … en güçlü müttefikimiz’ ile ekonomik ve savunma bağlarını güçlendirmek istediğini söylüyordu.”
“‘Stratejik özerklik hem Fransız cumhurbaşkanının DNA’sı hem de en bölücü hobisidir.’ Macron’un 8 Nisan Cumartesi günü Çin’den dönüşünde Avrupa egemenliği konusunu yeniden gündeme getirmek için yaptığı açıklamalara verilen epidermal tepkiler, Çin’in kendisini bir süper güç olarak kurarken ve Batı Rusya’ya karşı saflarını kapatırken bu konunun ne kadar yanıcı kaldığını gösteriyor.”
“Emmanuel Macron, stratejik özerkliğin babalığına sahip değil. Bu ifade, savunma sanayii hakkında 2013 yılında Brüksel jargonunda ortaya çıktı ve daha sonra 2016 yılında Avrupa Birliği’nin “küresel strateji” belgesine entegre edildi. Ancak, 2017’de Sorbonne’da Avrupa üzerine yaptığı ilk açılış konuşmasından bu yana, şu argümanla onu Avrupa inşasının bir işareti haline getirmeye çalışan Macron’dur: Giderek karmaşıklaşan ve tehdit edici bir dünyada, Avrupa kendisine bir güç olarak kendini gösterme araçlarını vermelidir.”
“Bay Macron, o zamanlar Avrupalı ortakları arasında bir lütuf gibi karşılandı. Popülist dalganın sarstığı projeye ikinci bir rüzgar getirebilecek vizyoner, yeni gelen biriydi. Bu umutla bile, stratejik özerklik fikriyle ilgili derin çekincelerle hızla karşılaştı: Almanya Başbakanı Angela Merkel buna dikkat etmedi bile, Orta ve Doğu Avrupa ülkeleri bunu ABD’yi uzaklaştırmayı amaçlayan tehlikeli bir kırmızı paçavra olarak gördüler, İsveçliler, Hollandalılar ve diğerleri, Avrupa’yı Paris’ten gizlice yönetilen bir Galya derebeyliğine dönüştürmek için başka bir Fransız stratejisinden şüphelendiler.”
“Vasallaşma” riski
“Zarafet hali hızla ortadan kalktı, ancak Bay Macron, stratejik özerklik mücadelesinde iki beklenmedik müttefik buldu ve daha sindirilebilir hale getirmek için Avrupa egemenliğini yeniden adlandırdı: Donald Trump ve Covid-19. Birincisi, Kuzey Atlantik Antlaşması’nın toplu savunmayı garanti altına alan 5. maddesini çöpe atmakla tehdit ederek, Amerikan müttefikinin başarısız olması durumunda Eski Kıta’yı askeri kırılganlığının farkına vardırdı. Pandemi, Avrupalıların kendilerini virüsten korumaları gerektiğinde Çin’e olan bağımlılığını acımasızca ortaya koydu.”
Kauffmann’ın incelemesi devam ediyor, akla yeniden bazı şüpheler getiriyor: Acaba Avrupa yaklaşık 80 yıllık ABD himayesinden (sonra da kolonisi olmaktan) kurtulmaya mı çalışıyor? Bilindiği gibi, Fransa her zaman Avrupa’nın en bağımsız, en dik ve devrimci gücü olarak bilinirdi: Rönesans zamanında, 14. yy da Papalığı Avignon’a taşımış, din vergisi vermemiş, ortaya çıkan (Alman-Luther) Reformasyon’da, büyük bir iç savaş yaşamış ama Katolik kalsa da Kilise’ye mesafeli davranmıştır. Sonra, 18. yy ikinci yarısında “dinsiz” veya en az hoşgörü sahibi aydınların yarattığı Aydınlanma hareketi, aynı yüzyıldaki Büyük Fransız Devrimi’ne, 1789 yol açmıştır.
Fransız Devrimi’nin en büyük ürünü Napolyon Bonapart’tır: Avrupa, Madrid’ten Moskova’ya feodalizmin izlerinin silinmesini, milli devletlerin doğuşunu, kralın ve soyluların giyotine gidişini görmüştür. Sonra Napolyon’un baş emperyalist ve kapitalist İngiltere tarafından yenilip, bir adaya sürülmesi, eski hanedanları yeniden canlandırmışsa da, bu çok uzun sürmemiş, 1830’lar, 1848’ler işçi sınıfının ve yeni bir akımın, komünizmin doğuşuna da şahitlik etmiştir.
Fransa’nın Almanya karşısında iki kez (1870’te, Sedan’da Alman İmparatorluğu’nun kuruluşu ve 1940’da, 40 gün savaşıyla Almanya’ya teslim oluşu) büyük yenilgiler yaşayıp, kurtuluşunu Anglo-Sakson’lara borçlu olsa da, General De Gaulle her zaman dik durmayı, kendi atom bombasını yapmayı ve kızınca NATO’nun askeri kanadından çıkıp, Karargahı da Brüksel’e göndermeyi bildi. Buna rağmen Avrupa Birliğinin temelini, “Avrupa Kömür-Çelik Birliği” bir Fransız atmıştır. Daha sonra Gümrük Birliği ve Avrupa Birliği (Türkiye buraya bir türlü giremez) Birleşik bir Avrupa’nın ABD karşısında bağımsız bir denge unsuru olması amacını taşımışsa da, NATO içinde bağımsız bir güç olma ihtimali suya düşümüş, beş yüz yıl dünyayı yöneten Avrupa ülkeleri, savunmalarını ABD şemsiyesine girmekte görüp, daha doğrusu, savunma harcaması yerine refah harcaması yapmayı tercih edince, “ABD’nin Hindistan’ı” durumuna düşmüşlerdir. Üstelik, Fransa’nın ve İngiltere’nin kendi nükleer güçlerine rağmen.
Şimdi, vassallıktan pek memnun görünen Almanya, Polonya ve diğerlerine rağmen Avrupa, “titreyip kendine döner” mi? Savaşın yani Dünya Savaşı’nın hızla, uzak değil yakın ihtimale döndüğü bu “şimdiki zamanda” sayıları şimdi 35’e dayanmış devletler, bir kısım devletçikler (30 yıl önce Rusya’dan kopan eyaletlere ne denir?) acaba uyanır mı? Bilmem. Şu anda Doğu Asya’da üç çok önemli tatbikat veya doğrudan, hakiki mermiyle savaş savaş hazırlığı yapılıyor: Kuzeyde, ABD-Japonya-G. Kore, Kuzey Kore açıklarında; Çin, Tayvan etrafında; ABD-Filipinler Güney Çin Denizinde… Uçakların sesini duyuyor musunuz?
Prof. Dr. Ergun Turkcan