Babacan, Kılıçdaroğlu ve şimdi Dünya Bankası. Eski neoliberalizm guruları neoliberalizm eleştirilerini yüksek perdeden dile getiriyor. Küresel bir dönüşüm içindeyiz.
Jurnal’de bir önceki yazımızda neoliberal dönem olarak adlandırılan dönemin sonunda devletin nasıl dönüştüğü üzerinde durmaya çalıştık; eski neoliberalizm savunucularının nasıl neoliberalizm eleştirir hale geldiğine dikkat çektik. Bir hafta içinde önce Kılıçdaroğlu neoliberalizm eleştirisini yineledi. Batı’dan kopya çekerek konuşuyorlar diyorduk ki hemen ardından Dünya Banka’sının açıklaması haber oldu. Dünya Bankası neoliberal küresel sistemin çöktüğünü ilan ederken sorumlu olarak da başta Rusya’yı gösterdi: Ukrayna savaşı tedarik zincirlerini koparıyor, böylelikle küreselleşmeyi baltalıyordu. Tabii, bu dolaylı olarak küresel enflasyondan da Rusya’yı sorumlu tutmak anlamına geliyor. Bu yazıda, sorumlu Rusya mı sorusu eşliğinde küresel sermayenin ihtiyaç duyduğu ve şekillendirmeye çalıştığı yeni dünyayı anlatmaya çalışacağız.
Kapitalizm tarihi bir yoksullaşma ve yoksullaştırma tarihi; bu kimi zaman daha yavaş, kimi zamansa daha hızlı ve acımasız gerçekleşiyor. Kapitalizm aynı zamanda bir belleksizleşme ve belleksizleştirme tarihi; sürekli yoksullaştırmanın olduğu yerde bir zorunluluk olarak ortaya çıkıyor. Bugün genç kuşağın önemli bir kısmı refah devletinin dahi ne olduğunu bilmiyor. Bırakalım deprem, sel gibi tehlikeler karşısında akılcı önlemler almayı barınma, sağlık, elektrik türünden temel ihtiyaçların ücretsiz ya da ucuz olabileceğini düşünemiyor. Bunlar gerçeklik algılarının bir parçası olmaktan çıktıkça ufuklarından ve taleplerinden de çıkıyor, artık hayal bile edemiyorlar.
Bir özel üniversitede ders veriyorum ve bu özel üniversite gençliğinde bir başka yanılgıyla daha, sıklıkla karşılaşıyorum. Türkiye’de ve dünyada son bir yıl içinde yoksullaşma o denli hızlandı ki, öncesinde yaşadıkları dünyanın bir tür refah dünyası olduğunu sanıyorlar. Bu düşüncelerinin bir kısmı belleksizlikten, bir kısmı sınıfsal konumlarından kaynaklanıyor. Ancak böyle düşünmelerinde etkili bir başka faktör daha var ki yakın geleceğimizi anlayabilmemiz açısından için özel bir önem taşıyor: Böyle düşünebiliyorlar, çünkü büyüdükleri dönemde kapitalizm genişleme evrelerinden birini yaşamış durumda.
Neoliberal politikalar dönemi
Burada genişlemeden kastımız, başta Amerikan şirketleri olmak üzere küresel sermayenin darbelerle ve Sovyetler’in çöküşüyle düzlenen geniş coğrafyaları daha önce hiç olmadığı ölçüde kendi pazarı haline getirebilmesi, neoliberal politikalarla tüm bu coğrafyaların artı değerine gittikçe daha büyük ölçüde ve daha büyük rahatlıkla el koyabilmesidir. Sözünü ettiğim gençler için bu dönem “dışa açılma” ve “küreselleşme” dönemi; onlar için, öncesinden çok daha büyük bir çeşitlilikte mala – büyük kitleler için borçla da olsa – ulaşabilir olma anlamı taşıyor. “Refah”tan da kabaca bu tüketimi anlıyorlar.
Ancak şimdi devran dönüyor. Mallar – tüm çeşitliliğiyle – hâlâ orada, ama fiyatlar hızla artıyor, ulaşmak hızla güçleşiyor. Türkiye’de krizin önemli bir boyutunu, hiç kuşkusuz, iktidarın da muhalefetin de kifayetsizliği ve talan hırsı oluşturuyor, ama bu yazı kendimizi içinde bulduğumuz yoksullaşma sarmalının küresel boyutlarıyla ilgili.
Pandemiden önce Gündoğdu dergisinde yazmaya başlamıştık[1]: Başta Amerika olmak üzere, Batı dünyası kendisine “sanayisizleşme” teşhisi koyuyor, ABD ekonomisinin kâr oranları düşerken, Trump “America first” diyerek korumacı politikalar uygulamaya başlıyor ve küreselleşme döneminin yıldız ismi Soros ile sonu gelmeyen kavgalara girişiyordu. Dört yıl sonra “Küreselleşmenin sonu mu geldi?” sorularının sorulmaya başladığı, Dünya Bankası’nın küresel piyasalrın çöküşünü ilan ettiği, yerli malı kullanma çağrıları yaptığı günlerdeyiz. Eskiden demokrasiyi kutsal bilenler şimdi demokrasiyi sorguluyor, eski neoliberalizm guruları neoliberalizm eleştirilerini yüksek perdeden dile getiriyor. Küreselleşmenin sonunun gelip gelmediği sorusu bir yana, küresel bir dönüşüm içindeyiz.
Ah şu tedarik zincirleri
Fiyatlardaki küresel artışı konuşurken artık sıklıkla tedarik zincirlerinin kesintiye uğraması sözünü duyuyoruz. Sanayi üretiminin çeşitli ayaklarının farklı ülkelerde gerçekleşmesinin, pandemi ya da savaş türünden “ekonomi-dışı” krizlerle karşılaşıldığında üretimi sekteye uğrattığı uyarısı artık yıllardır okumaya alıştığımız uyarılardan biri haline geldi. Küresel sermaye şimdi friend-shoring, “dost ülkelerden tedarik” çağrısında bulunuyor. Demek, küresel sermayenin iş yapmak istediği “küre” sınırlanmaya başlıyor.
Dünya Bankası da son açıklamasında ağlıyor, ah şu tedarik zincirleri, kopup duruyor, elden ne gelir, der gibi bir hali var. Peki bu, yani tedarik zincirlerinin kesintiye uğraması ve “küre”nin sınırlanması, ekonomiden bağımsız olarak salt pandeminin ve Rusya’nın “durup dururken” Ukrayna’ya saldırmasının sonucu mu, yoksa artık uzun yıllardır “sanayisizleşme”den ve kâr oranlarının düşüşünden şikâyet eden Amerika’nın en azından bir süreliğine amacı mı, başka deyişle tedarik zincirleri kesintiye uğruyor mu diyeceğiz, yoksa uğratılıyor mu diyeceğiz? Rusya’nın inatla kışkırtılışını, ardından Kuzey Akımı sabotajını da anımsayarak, bu soruyu artık ciddiyetle sormak kaçınılmaz oluyor.
ABD ekonomisinin kâr oranları 1982’den 2006’ya yüzde 175’e varan bir toparlanma gösterdi ve ardından kademeli olarak ciddi bir düşüş sergiledi. Bu toparlanma ya da genişleme dönemi elbette büyük bir talan dönemiydi. Dünya çapında, ama özellikle üçüncü dünyada sosyal haklar ve ücretler geriledi, özelleştirmeler görülmemiş bir hız kazandı; ulus-devletlerin küresel sermaye önünde engel oluşturabilecek tüm kurumsal kalıntıları, “sağ popülist” demeyi pek sevdikleri aktörlerle, neoliberal “yapısal” reformlarla, savaşlarla düzlendi. Amerikan kapitalistleri bu uzun dönem boyunca sanayi üretimini gittikçe daha büyük ölçüde, işte bu “ucuz emek ve düşük vergi cennetlerine” kaydırdı ve salt kendi ülkelerinde üretilen artı-değerin değil, yapısal dönüşümlerinden faydalandığı ülkelerde üretilen artı-değerin de aslan payına el koydu.
Çin tehdidi
Ancak bu süreç artık Amerika için eskisi kadar kârlı olmaktan çok uzak. Çünkü hem yayılması yavaşladı; hem sanayisizleştirdiği işçi sınıfı ile üretimini ucuz emek cennetlerine kaydırabilen büyük şirketlerle rekabet edemeyen küçük üreticisini teskin etmekte zorlanmaya başladı, ki Trump’ı başa geçiren etmenlerin belki de başında bu geliyordu; hem de en önemlisi, sanayi üretimini kaydırdığı ülkelerden özellikle Çin, küresel sermayenin neoliberal reçetelerine karnı tok, kalkınma yolunda ilerledi. Amerika şimdi Çin’in mutlak üretim rakamlarında kendisini geride bırakmasını izliyor.
Belleksizleştirilen kapitalist dünyada gene pek az kişi anımsıyor, ama 19. yüzyılda Alman iktisatçı List yalın bir gerçeği dile getirmişti: Serbest piyasa kalkınmış, teknolojisi ilerlemiş uluslara yarıyordu çünkü bu uluslar ucuza daha kaliteli mal üretebiliyorlardı. Dolayısıyla görece geri kalmış uluslar için kalkınma reçetesi serbest piyasaya teslim olmaktan değil, korumacı politikalar benimsemekten geçiyordu. Amerika Çin’i korumacı politikalardan vazgeçmemekle yıllarca suçlayan kendisi değilmiş gibi, Çin’in ucuz emeği ve fiyatlarıyla rekabet etmekte zorlanmaya başlayınca kendisi korumacı politikalara dönmeye başlamakta tereddüt etmedi. İlk büyük adımlar Trump’ın ticaret savaşları ve çelik ile alüminyuma ek gümrük vergisi getirmesi oldu.
Kürenin küçültülmesi
Tedarik zincirlerinin kesintiye uğraması, özellikle Amerika’nın kışkırtmasıyla başlayan Ukrayna savaşıyla uğradığı kesintilere bakıldığında bu çerçevede bambaşka bir anlam kazanıyor. Savaşın Çin ekonomisi üzerindeki bugünkü etkisi henüz büyük değil. Ancak, küresel sermaye yazarları son bir yıldır yılmadan usanmadan Çin’in Rusya örneğini izleyerek Tayvan’a saldırması durumunda buradaki tedarik zincirlerinde de kesintiler yaşanacağını, bölgenin giderek yatırımlar açısından güvensiz hale geldiği uyarısında bulunuyor ve üretimini Çin’e kaydırmış şirketlere yukarıda sözünü ettiğimiz friend-shoring çağrısını yineliyor. Kesintiye uğrayan bir de önemli proje var: Çin’in Rusya üzerinden geçerek Avrupa’ya bağlamayı düşündüğü ticaret yolu.
Amerika’nın rekabet gücünü arttırabilmesi için Çin ve Almanya gibi yükselen ekonomileri zayıflatması, pazar paylarını azaltması, küreyi küçültmesi gerekiyor çünkü gelinen noktada küresel “serbest” piyasa artık Amerika’nın dışındaki kalkınmış ülkelerin kapitalistlerine de yarıyor. İşte tam bu zamanda serbest akışı durduracak ekonomi-dışı önlemler, savaşlar ve ambargolar, ekonomi cephesindeyse korumacı politikalar devreye giriyor. Dolayısıyla, bir zamanların neo-liberalizm ve küreselleşme yanlıları neo-liberalizm ve küreselleşme eleştirilerine başlıyor.
Tedarik zincirlerinin kesintiye uğraması/uğratılması fiyatları ve yoksullaşmayı arttırıyor. Dolayısıyla bir zamanların demokrasi şakşakçıları bir yandan sorunlarını ilk kez fark etmişlercesine demokrasi eleştirilerine başlıyor, diğer yandan timsah gözyaşlarıyla tüm dünyada yabancı düşmanlığının ve “otoriterliğin” yükselmesine ağlıyor. Timsah gözyaşları diyorum, çünkü bu hızlı ve acımasız yoksullaşma/yoksullaştırma sürecinde Amerika’nın “friend-shoring” ortaklarında yükselecek toplumsal hareketleri bastırabilmek için tam da bu “otoriter” yapılara ve yabancı düşmanlığına ihtiyaç duyacağını düşünmemek saflık oluyor.
Küresel bir dönüşüm içindeyiz. Kapitalizm feodalizmle savaşında yükselttiği her bayrağı zaman içinde kendi elleriyle kırdı. Özellikle üçüncü dünya için laiklik, kalkınma, cumhuriyet, bunların hepsi, en çok da üçüncü dünyada, sırayla kapitalizmin özünü oluşturan kâr hırsına kurban edildi. Tedarik zincirlerinin bir kısmını mı kurban etmeyecek?
Deniz Hakyemez
[1] Sait Çakır, “Trump, Ticaret Savaşları ve Eşitsiz Gelişme”, Gündoğdu, sayı 1 ve 2, Mayıs-Haziran 2018.
[2] Deniz Hakyemez, “Trump ve Soros Savaşları”, Gündoğdu, sayı 8, Aralık 2018.