Akademisyen Gamze Yücesan Özdemir ile İmge Kitabevi’nden çıkan ve yakın zamanda ikincisi baskısını yapan ‘Proleterlerin Gündüzü’ kitabı üzerine bir söyleşi gerçekleştirdik.
Akademik çalışmalarını işçi sınıfı üzerine yoğunlaştıran Özdemir, çalışmasının İLEF’te doktora düzeyinde verdiği ‘Toplumsal Sınıflar ve İletişim’ adlı doktora dersinde uzun süredir üzerine çalışılan konulardan şekillendiğini söyledi.
İletişim kavramının işçi sınıfı mücadelesinde önemli bir yeri olduğunu kaydeden Özdemir, çalışmasında aynı zamanda dijital dönüşümlerin sınıf mücadelesi üzerindeki etkisini tartışıyor.
Özdemir ile gerçekleştirdiğimiz söyleşi şu şekilde:
Jurnaltr adına Sine Gençaslan: Öncelikle konu seçiminizi ele almak istiyoruz. “Proleterlerin Gündüzü”, isminden de anlaşıldığı üzere işçi sınıfına odaklanmış bir eser. Konu seçiminde sizi en çok ne motive etti ve bu konuda yazma ihtiyacını ilk olarak ne zaman hissettiniz?
Gamze Yücesan Özdemir: Üniversiteyi bitirdikten sonra akademik çalışmaya devam etme kararıyla birlikte ilgi alanım da işçi sınıfı oldu. Üniversite öğrencisiyken de işçi sınıfıyla, emekçilerle ilgiliydim. Onların yanında olmak ve onlarla ortak düşünmek istiyordum. Doktora tezim aşamasında dört ayrı fabrikada işçi olarak çalıştım. Bu fabrikalara stajyer öğrenci olarak kabul edildim. Birer ay çalıştım fabrikalarda. İşçilerin üretim noktasındaki deneyimlerini, nasıl örgütlendiklerini, kendi aralarındaki ilişkilerini, yöneticilerle olan ilişkilerini inceledim. Sonrasında ise yaklaşık otuz yıldır onları hiç terk etmedim. Kitabın başında da söylediğim gibi onlar hep “benimkiler” oldular. Sendikalarda eğitimlere katıldım. DİSK’e ve Türk-İş’e bağlı sendikalarda bazı zamanlar altı aya varan uzun soluklu kadro ve üye eğitimlerinde bulundum. Yıllar içinde işçi sınıfı üzerine araştırmalar da yaptım. Halen DİSK/Genel-İş sendikasının Araştırma Dairesi’ne destek veriyorum, birlikte çalışıyoruz. Bu otuz yıllık deneyimi yazmak istedim. Bunun adına “işçi sınıfı etnografisi” diyebiliriz. Etnografi kavramının kurucusu esas olarak Friedrich Engels’tir. İngiltere’de Emekçi Sınıfın Durumu kitabıyla sınıf üzerine nasıl düşünmemiz gerektiğini, nelere bakmamız gerektiğini çok genç yaşta hepimize gösterdi. Dolayısıyla, bu kitapta Engels’in ayak izlerini takip etmeye çalıştım.
Kitabı ortaya çıkaran nedenlerden birini de şöyle açıklayabilirim sanırım. Son yıllarda işçi sınıfına yönelik genel eğilimler saptanıyor, tespitler yapılıyor. Genel eğilimler sıklıkla şöyle ifade ediliyor: Artık sınıf kültürü bitmiştir. Sınıfın kolektif eyleme potansiyeli tükenmiştir. Artık bir sınıf kültüründen değil olsa olsa bir kimlik kültüründen bahsedebiliriz. Farklı etnisiteler, farklı dinsel kimlikler… Ayrıca şu genellemeleri de sıklıkla duyuyoruz: İşçi sınıfı gericidir. İşçi sınıfı milliyetçidir. Bu genel eğilimlerin ve genellemelerin ardından da üstümüze doğru büyük bir hayal kırıklığı geliyor: Bu işçi sınıfıyla yapılabilecek bir şey yoktur. Bu hayal kırıklığına bir de öfke ekleniyor. Son 20 yıldır bu siyasal iktidarı destekleyenler de işçiler olduğuna göre, “Lanet olsun, ne halleri varsa, görsünler” gibi. Niye ve neden böyle bir noktadayız, diye sorduğumuzda esas olarak kültür ve iletişim alanındaki egemen teorik ve politik yaklaşımla hesaplaşmak gerekiyor. Nedir bu yaklaşım? Hepinizin çok iyi bildiği postmodernizm, post-marksizm, postyapısalcılık… Son dönemde hepsi “sol liberalizm” genel şemsiyesi altında toplanıyor. Sol liberalizm kültürel alanda önemli bir teorik ve politik yer tutuyor. Ve sürekli sınıf kültürünün tükendiğini, sınıf diye baktığımız yerde ancak kimlikleri görebileceğimizi yineliyor. Dolayısıyla, bu kitapta elimden geldiğince şu noktayı vurgulamaya çalıştım: Sınıf kültürü ve iletişiminin temel birikimi Marksizmdedir. Sınıf kültürü, sınıf ideolojisi Marksizmin her zaman derdi, meselesi ve mücadele alanıdır. Marksizmi ve tarihsel maddeciliği işçi sınıfı kültürü ve iletişimi çalışmalarına tekrar çağıran bir yaklaşımı örmeye çabaladım.
Kitabın ardındaki bir başka neden de iletişimin sınıfsallığını görünür kılmaktı. İletişim diye baktığımız zaman karşımıza hemen kitle iletişimi ya da kişilerarası iletişim çıkıyor. Kitle iletişimi de kişilerarası iletişim de egemen sınıfın görüşlerinin izlerini taşıyor. İşçi sınıfı iletişimi deyince başka bir şey anlamalıyız. Bu konuda çok ciddi bir tarihsel maddeci birikim, Marksist birikim var. Bu birikimi tekrar görünür kılmak, tekrar hatırlamak, tekrar hatırlatmak istedim.
Kitaptaki tüm tartışmaları, tüm konu başlıklarını, tüm soruları yaklaşık on yıldır Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi’nde, İLEF’te, verdiğim Toplumsal Sınıflar ve İletişim adlı doktora dersinde konuştuk, tartıştık. Dolayısıyla, bu kitapta tüm doktor öğrencilerimin de çok fazla izi var.
Toplum incelenirken özellikle kimliklerin daha fazla öne çıktığı bir dönemden geçiyoruz. Siz de kitabınızın giriş kısmında kimlik siyasetinin kolay yayılmasına karşılık işçi sınıfının herhangi bir sorununu çözmediğinden bahsediyorsunuz Odağın buraya kayması sizce başka nasıl sorunlar yaratıyor? Emeği ve işçi sınıfını merkeze alanlar bu anlamda neye dikkat etmeli?
Kimlik siyasetinin, kimlik kültürünün hem teorik hem de politik olarak hakim olduğu bir dönemden geçiyoruz. Öncelikle şunu biliyoruz ki kimliklerle topluma baktığımız zaman farklılıklar görürüz. Kimlik şu konuyu araştırır: Kim kimden nasıl farklı? Hatta slogan da şöyledir: “Farklılıklarımızla birarada olalım.” Sınıf siyasetinde ise bizim temel derdimiz, yeni bir toplumu kurarken nerede ortaklaştığımızdır. Kimlik siyaseti parçalayarak karşımıza çıkıyor. Sınıf siyaseti ise ortaklıklarımıza odaklanıyor.
Kimlik siyaseti kapitalizmi aşacak bir ufka sahip değildir. Böyle bir dertleri de yoktur. En ileri noktada istedikleri şey, radikal demokrasi olarak adlandırılan, kapitalizmi yaşanılır kılmaktır. Sınıf siyaseti ise, doğası gereği devrimcidir. Sınıf siyaseti yaptığınız zaman yola çıkış noktanız ve politik ufkunuz kapitalizmi aşmaktır. Dolayısıyla, sınıf siyasetini terk ettiğiniz anda siyasal ufkunuzu da terk edersiniz.
Gündelik hayatta sınıfsal çelişkilerin çok keskin yaşandığı bir dönemdeyiz. Salgın, enflasyon, işsizlik, aklınıza gelen her şey… Kimlik siyaseti, gündelik hayatın sınıf karakterinin politik hayata taşınmasına engel oluyor. Sınıfsal sorunların siyasallaşmasına engel oluyor. Oysa ki sınıf siyaseti sınıfın ortaklaştığı bu dinamikleri politika alanına çıkarabilme gücüne sahiptir.
Kimlik siyasetine gömülmüş sol, dünya genelinde emekçi kesimlerden uzaklaşıyor. Emekçiler de sağ popülizme yöneliyor. Bu anlamda da ciddi bir tehlikedir kimlik siyaseti. Sınıf siyasetinin gerilemesiyle solun sınıf ile kurduğu dilin, ideolojinin, teorinin kopmasıyla kimlik siyasetini, sağ popülizmi ve neo-faşizmi bir daha düşünmek gerekiyor.
İçinden geçtiğimiz süreçte yeni bir toplumun inşasına ihtiyacımız olduğu çok açık. Bunu çok net görüyoruz ve deneyimliyoruz. Yeni bir toplum inşasının kurucu kavramlarını kimlik siyasetinde bulamayız. Yeni bir toplumu biz ancak ortaklaştığımız bir Cumhuriyet fikriyle, ortaklaştığımız bir yurttaşlık fikriyle kurabiliriz, kurmalıyız. Bu ortaklığı da yine bize sınıf siyaseti söylüyor.
“Bastiani Kalesi” metaforunu kullanarak egemen iletişimin işlevlerini ele alışınız oldukça dikkat çekici. Hatta insanların “adım atmaktan başka bir şey yapmalarının gerekmediği yerde, burjuva ideolojisinin alışkanlık olarak sunduğu ne varsa” kabul etme/onlara sarılma ve bekleme eyleminde olduğunu belirtiyorsunuz. “Bastiani Kalesi”nin sınırları içinde yaşayanların, kalenin ötesine geçme konusundaki tereddütü aşabilmek için nasıl bir yol haritası, sorumluluk öngörüyorsunuz?
Bastiani Kalesini Dino Buzzati Tatar Çölü adlı romanında anlatır. Kale kimsenin gelip geçmediği, öte tarafında ne olduğunun, kimlerin yaşadığının bilinmediği bir çölün sınırındadır. Oraya gelenler alışkanlıkların, gündelik ritüellerin etkisiyle bilinçli ya da bilinçsiz kaleyi terk edemezler. Söz konusu alışkanlıklar ve gündelik ritüeller ne kadar bunaltıcı olurlarsa olsunlar, kale sakinleri hiçbir zaman aşamayacaklarını düşündükleri bilinmezlikle dolu toprakların kıyısında sanki donmuşlardır. Tam da aşılmak için önlerinde duran geleceğin karşısında alışkanlıklarına sarılıp donmuşlardır. Adım atmaktan başka bir şey yapmalarının gerekmediği yerde, burjuva ideolojisinin alışkanlık olarak sunduğu şeylere sarılıp beklerler.
Bu kaledeki insanlar neye karşı, niye orada olduklarını hiç sorgulamadan yaşam sürerler. Kitaptaki diyaloglar gerçekten çok ufuk açıcı. Hayat bir yandan akıp gidiyor ama kimsenin oradan çıkmak gibi de bir niyeti yok. Gündelik hayatta da bazen böyleyiz. Bir şeyin içindeyiz, niye buradayız, ne yapıyoruz? Toplumun önemli bir bölümü, özellikle işçi sınıfı, kendini sürekli tekrar eden deneyimler yaşıyor ve kendisini belki de hiç çıkamayacağını düşündüğü bir kalenin içinde hissediyor. Bu kale ise egemen iletişimin yani bize egemenlerin fikirlerinin sürekli aktarılmasının üzerinden kuruludur. Egemenlerin fikirleri düzeni korumaya yöneliktir. Egemenler medyayla, yayın organlarıyla, kişilerarası diyaloglarla sürekli olarak varolduğumuz yapıyı korumaya ve meşrulaştırmaya yönelik bir süreç işletirler.
Bastiani Kalesinin dışına çıkabilir miyiz? Kesinlikle çıkabiliriz. Kitap boyunca bu kaleden çıkış yollarını gördüğümüz ve görebileceğimiz deneyimlere değinmeye çalışıyorum. Kitapta şunu vurguluyorum aslında, bu da beni epey kurtarıyor, “Kitap bütün sorulara cevap vermeyi değil sorular üretmeyi amaçladı.” Gündelik hayat, sınıf bilinci, özörgütlülükler, sanat, sendikalar, dijital kültür… Kaleden çıkış için tüm buraları incelemeye çabalıyorum.
Bir de bu topraklarda yıldızın parladığı anlara bakıyorum. Bu topraklarda sınıf bilincinin yükseldiği, sınıf kültürünün yeşerdiği ya da sendikaların toplumsal anlamda meşruiyet kazandığı belli tarihsel dönemleri inceliyorum. Bazıları hepimizin daha çok bildiği anlar: 15-16 Haziran gibi, Fatsa gibi. Bazıları da daha az bildiklerimiz: 1966 Çıplak Ayaklıların Yürüyüşü gibi, 1968’de İşçi Arkadaş Üstünü Aratma eylemi gibi.
İşçi Arkadaş Üstünü Aratma eylemi çok çarpıcıdır. 1968 yılında belli işkollarında işçilerin üstü aranıyordu, işe girerlerken ve işten çıkarlarken. İnanılır gibi değil. Mühendisler ve teknik personel başka kapıdan giriyor. İşçilerin girdiği kapıda ise işçiler, bazı zamanlar çıplak aramaya varacak şekilde aranıyor. Hatta bazen patron, kurtulmak istediği işçinin cebine tornavida vs. bir şey koyup, işçiyi hemen işten atabiliyordu. Bunun üzerine Lastik-İş sendikası bütün işyerlerinde İşçi Arkadaş Üstüne Aratma adlı bir bildiri dağıttı. Toplumsal olarak sınıfa verilen büyük bir güvendi bu. Böyle toplumsal meşruiyet alanlarını bugün de yaratmamız gerekiyor. Bildiri şöyle bitiyordu: “Sen üstünü aratma, gerisini sendikana bırak.” Bu arada işçilere şu da söyleniyordu: “Arkanda bir güç var.”
Dolayısıyla, Bastiani Kalesi’ni terk edebiliriz. Kitapta, dün yaşananlar üzerine asla romantize etmeden düşünmeye, bugünün imkanlarını değerlendirmeye ve yarına doğru mücadeleyi yükseltmeye çabaladım.
Kitabınızda sık sık “sınıftan kaçış” tabirini kullanıyorsunuz. Bu aynı isimli kitabı olan tarihçi Ellen Meiksins Wood’un kullandığı şekli ile benzer mi? O, bu kavramı en genel anlamıyla postmarksistlerin politikayı sınıf karakterinden çıkarmaya çalışmaları ve sınıf-ideoloji ve politika arasındaki karmaşık ilişkilerdeki analizin sınıftan bağımsız yapılamayacağını söylerken kullanıyor. Siz de egemen iletişimi açıklarken çoğunlukla sınıftan kaçış karakterine sahip olduğunu söylüyorsunuz. Kavramı ele alış şeklinizi açıklar mısınız?
Egemen iletişim yaklaşımında sınıftan kaçış için, yani sınıf dememek için, iki tane kavram sürekli önümüze atılıyor: kitle iletişimi ve kişilerarası iletişim. Kitle iletişiminin tarihine baktığımızda, Marx’ın, Engels’in işçi sınıfı ve emekçiler diye tanımladıklarını, burjuva sosyologların “kitleler” diye adlandırdığını görüyoruz. Sosyalistlerin olumlu anlam ve yer verdiği emekçiler, işçiler “kitle” denilerek bir anlamda yok sayılıyor. Burjuva sosyologları oldukça endişelidirler. Sıklıkla halkın politik hayata katılmasının yıkıcı etkilerini vurgularlar. Onları fevri, hoşgörüsüz, telkine açık görürler. İşte tam bunun ardından kitle iletişimi tartışmaları gelir. Kitleler üzerinde güçlü etkileri olan basın, radyo ve televizyon gibi araçlarla kitleleri etkileme süreci merkeze alınır.
2000li yıllardan itibaren de sınıftan kaçış kişilerarası iletişim tartışmalarıyla gündeme geliyor. Kişilerarası iletişim, birey temellidir. Analizin merkezinde bireyler yer alır. İletişim ise bireylerin kazanması gereken beceriler olarak tanımlanır: “kişisel gelişim”, “etkili iletişim”, “sorun çözücü iletişim”, “beden dili”, “empati”, “doğru iletişim teknikleri.”
İletişim alanında sınıftan kaçışın etkisine kapılmayı ve iletişimin sınıfsallığını görememeyi sendikalarda, sınıf örgütlerinde de görüyoruz. Sendikalar da kitle iletişimin, kişilerarası iletişimin hakim yaklaşımından etkileniyorlar.
Sınıftan kaçışı “kitleler” diyerek, “kişiler” diyerek adlandıran egemen yaklaşım için kullandım. Ben bu anlamda kullandım. Diğer yandan, sizin de belirttiğiniz gibi, Wood da kültür-iletişim alanında post-marksistlerin sınıftan kaçtığını söylüyor. Dolayısıyla, tüm bu eğilimleri birlikte düşünürsek, sınıftan kaçışı Wood’la çok benzer anlamda kullandığım söylenebilir.
Bir anlamda işçi sınıfı iletişimini kurmanın temel niteliklerini/yol haritasını da kitabınızda Devrimci Eylem Teorisi üzerinden veriyorsunuz: Nesneleştirmeye karşı özneleşme, Parçalanmaya karşı diyalog/örgütlenme, kültürel istilaya karşı kültürel eylemlilik… Bu teori günlük yaşamın ve sosyal hareketlerin pratiğine nasıl uygulanabilir? Zaten hepsi olmasa da çoğu sosyalist hareket, bu bağlamda yayın hayatı sürdüren gazete, dergi yayın organı bu teori üzerinden iletişimi yaymıyor mu? Eksik olan nedir sizce? Bunu yaptığını iddia edenler de belirttiğiniz gibi burjuva ideolojisinin alışkanlık olarak sunduklarına mı sarılıyor? Hızlı sonuç almak adına pragmatizme sıkışma var diyebilir miyiz?
Devrimci Eylem Teorisi diye bir bölüm var kitapta. Bu teori Paulo Freire’nin 1968’de Ezilenlerin Pedagojisi adlı kitabında geliştirdiği eleştirel pedagoji yaklaşımının bir parçası aslında. Freire işçilerin kendilerini ezen ve bilinçlenmesini engelleyen yapıların üstesinden gelebilmeleri için bir “eylem teorisine” ihtiyaçları olduğunu vurguluyor. Ve teorisini üç temel hat üzerine inşa ediyor. Bu üç hat hem burjuva değerlerle yüklü eylem biçimlerini reddediyor hem de bu burjuva eylem formlarının sol içi sızmalarını ortaya çıkarıyor. Devrimci eylem teorisiyle nesneleştirmeye karşı özneleşmeyi, parçalanmaya karşı diyalog/örgütlenmeyi ve kültürel istilaya karşı kültürel eylemliliği savunuyor.
Devrimci eylem teorisini gündelik hayatta nasıl mümkün kılacağımız üzerine düşünelim birlikte. Bu teoriyi her alanda mümkün kılmamız gerekiyor aslında: partilerin eğitimlerinde, siyasal yapıların eğitimlerinde, sendikaların eğitimlerinde ya da emekten yana tüm yayınlarda… “Peki bu formları zaten aramıyor mu sosyalist siyaset?” diye soruyorsunuz. Sol/sosyalist siyaset yayınlarıyla işçi sınıfını özneleştirmeyi ve kültürel istilaya karşı dünyaya farklı bir bakış kazandıracak kültürel eylemlilik kazandırmayı amaçlamıyor mu? Düşünmek gerekiyor. Evet yayınlar olabilir ama her zaman başarılı mıyız? Ettiğimiz sözler, kurduğumuz cümleler…
Oldukça önemli bir soru da şu olabilir: Emekçileri dinliyor muyuz? Siyaseti tek taraflı, doğrudan ve sürekli tebliğ eden bir yerden mi kuruyoruz yoksa karşılıklılığı kurabiliyor muyuz? Kitabın bir yerinde Hikmet Kıvılcımlı’nın Türkçe’nin Ş Kapısı diye adlandırdığı bir yaklaşımdan bahsediyorum. Kıvılıcımlı diyor ki, “iletmek değil iletişmek”, “görmek değil, görüşmek.” Bu Ş kapısı, karşılıklılığı içermesi anlamıyla dilin devrimci doğasına işaret ediyor. Devrimci eylem de biraz bunu söylüyor. Bunu başarabiliyor muyuz? Belki bu gözle siyasal faaliyetlerimizi, akademik faaliyetlerimizi yeniden değerlendirmemiz gerekiyor. Açıklıkla ifade etmeliyim ki, biz akademisyenler de eleştirel pedagoji konusunda oldukça kötü olabiliyoruz. Sendika eğitimlerinde bazı akademisyenler üniversite öğrencilerine anlatır gibi anlatıyorlar. Akademik referanslar veriyorlar. Sınıfla buluşacaksak eğer, siyaseten de akademik olarak da sınıfa doğru değil sınıfla birlikte yukarı doğru bir şey kurgulamamız lazım. Çok değerli çabalar var kuşkusuz ama tüm akademik eylemliliğimizi, siyasal eylemliliğimizi, yayınlarımızı devrimci eylem teorisi üzerinden tekrar düşünebiliriz.
Proleterlerin Gündüzü’nde, işçi sınıfının kendi iletişim ağlarını oluşturmasının önemine vurgu yaparken, teknolojinin bu süreçteki rolünü nasıl değerlendiriyorsunuz? İçinden geçtiğimiz dönemde işçi sınıfı hareketlerinin etkili iletişim stratejileri geliştirmesi için hangi teknolojik araçlardan faydalanılabilir? Ya da bu alanların içerik ne olursa olsun etkileşim almayı öne çıkaran ve dolayısıyla geri olanı daha çok önümüze taşıyan doğasından kaynaklı özellikleri ile nasıl başa çıkabiliriz?
Kitapta sınıf kültürü, sendikalar, özörgütlülükler, meclisler, komiteler gibi geçmişten gelen tartışmaların, deneyimlerin bugün için anlamları üzerine düşünmeye çağırıyorum. Bu tartışmalar, deneyimler bugün ne ifade ediyorlar? Kitabın son bölümde de tabii ki kaçamayacağımız dijital kültür alanı var. Konuşmadan geçemeyeceğiz bir alan çünkü artık hepimizin hayatını doğrudan etkiliyor. Dijital kültür üzerine düşünürken hepimiz farkında olmadan teknolojinin her şeyi belirlediği -teknolojik belirlenimcilik diyoruz ya da teknolojik determinizm diyoruz- fikrine düşmeye çok hazırız. Teknolojik determinizm teknoloji-toplum ilişkilerinde egemen ve liberal bir yaklaşımdır. Teknoloji ilerliyor ve biz toplum olarak bunu yakalamaya çalışıyoruz. Diğer bir deyişle, teknoloji kendi başına bir lokomotif ve toplumun tek yapacağı şey buna uyum sağlamak. Buradan da iki farklı yol ortaya çıkıyor: tekno-iyimserler ve tekno-kötümserler. Bir yanda tekno-iyimserler teknolojinin toplum için getireceği olumlulukları sıralıyorlar: “dijital demokrasi”, “katılım, “hız”, “ucuzluk”, “erişilebilirlik.” Diğer yanda ise tekno-kötümserler var. Onlar ise hayatın her alanının teknoloji dolayımıyla baskıcı bir yapıya dönüştüğünü savunuyorlar: “tahakküm”, “baskı”, “gözetim”, “fişlenme.” Tekno-iyimserliğin ya da tekno-kötümserliğin arkasında temel olarak teknolojik belirlenimcilik var: Tüm gücü teknolojiye atfetme.
Açıktır ki teknoloji-toplum ilişkilerini, işçi sınıfını analizinin merkezine koyan, kapitalizmi aşma imkanına sahip bir yaklaşımla ele almalıyız. Diğer bir deyişle teknoloji, toplum ve kültür ilişkilerini kavramak bugünü-yarını açıklamak ve değiştirmek ancak burjuva olmayan bir teoriyle ve yaklaşımla mümkün. Bu yaklaşım da tarihsel maddeciliktir. Tarihsel maddeciliğe göre toplum sınıflardan oluşan tarihsel ve toplumsal bir bütünlüktür ve teknoloji de bu bütünlüğe içkindir. Teknoloji toplumsal yaşamın ve sınıf ilişkilerin içinde şekillenir, yapılanır. Teknoloji bir mücadele alanıdır. Bu mücadele alanı devrimciler için her zaman çok değerli olmuştur. Örneğin Bertolt Brecht radyoyu çok önemsemiştir. Brecht, “radyo kamu yaşamı için düşünülebilecek en muazzam iletişim aracı olabilir” der. “Yalnızca yaymayı değil, dinlemeyi de öğrense” diye ekler.
Bugün ise önümüzdeki soru dijital dönüşümler sınıf mücadelesinde ne gibi imkanlar sağlıyor? Burada yine çok olumlu yaklaşanlar var. Arap Baharı’nda, Gezi sürecinde dijital iletişimin örgütlenmede ve harekete geçirmede yarattığı imkanları vurgulayanlar çok. Dijital alanın yatay, gevşek ve ağ tipi örgütlenmeleri de çok öne çıkarılıyor. Ama kitapta şuna işaret etmeye çabalıyorum. Yatay, gevşek ve ağ tipi örgütlenmeler siyasal iktidarı değiştirmeye yetmedi, yetmez. Dijital alanda neler yapılabilir konusunda Marksizmden hareketle baktığımızda, bu alana dair en değerli tartışmayı Lenin’de buluyoruz. Dijital iletişimi sınıf mücadelesiyle düşünmek, yeniden Lenin’i, yeniden Pravda benzeri bir iletişimi düşünmek aslında.
Lenin, gazetenin sınıf mücadelesindeki yeri üzerine düşüncelerini ilk olarak 1901 tarihli Nereden Başlamalı? adlı makalesinde kaleme alır. Ardından da 1902 tarihli Ne Yapmalı? adlı kitabında süreci yeniden değerlendirir. Gazeteyle işçilerin eylemliliklerini, farklı yer ve zamanlarda oluşan siyasallaşmalarını genelleştirici ve sistemli kılmayı amaçlar. Gazeteyi siyasal mücadelenin kürsüsü kılmayı önerir. Gazete onun için kolektif örgütleyicidir. Tüm bu açılardan bakarak değerlendirmemiz gerekiyor dijital teknolojilerin sınıf siyaseti için ne anlama geldiğini.