14 Mayıs ve 28 Mayıs 2023 tarihlerinde gerçekleşen ve nihayetinde Recep Tayyip Erdoğan’ın zaferiyle sonuçlanan iki turlu seçimleri geride bıraktık. Seçimlerin ardından, muhalefet cephesine ve muhalefete yakın yayın organlarında yapılan değerlendirmelere bakıldığında genellikle yenilginin muhasebesinin yapıldığını gördük.
Yapılan değerlendirmelerde ağırlıklı olarak seçim sürecinde başta Millet İttifakı ve CHP olmak üzere muhalefet bileşenlerinin yaptığı hatalar ele alınarak seçimin neden ‘kaybedildiği’ ve neler yapılsaydı ‘kazanılacağı’ anlatılmaya çalışıldı.
Bu süreçte iktisatçılardan veya ekonomiyle ilgilenen uzmanlardan da çeşitli analizler duyduk. Bu uzmanlar da ülkedeki ekonomik krizin muhalefetin kafasında çizdiği gibi bir senaryoyu ortaya çıkarmadığını ve ekonomideki gidişatın çeşitli toplumsal kesimler açısından farklı anlamları olduğunu belirterek kendi tezlerini anlattı.
Biz ise tüm bu anlatılardan farklı olarak bu sefer seçimlerin muhasebesini yapmayacağız ve Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin neden ‘kaybedildiğini’ ve neler yapılsaydı ‘kazanılacağını’ anlatmayacağız. Bunun aksine yazımızda seçim sonrasında iktidar cephesinde yaşanan gelişmelerin seçim öncesinde yaşanan hangi tartışmalara oturduğunu ele alıp Türkiye’de egemen siyasetin dinamiklerinin nasıl işlediğine ilişkin ipuçları arayacağız.
Hatırlanacağı gibi seçimden önceki dönemde Cumhurbaşkanı’nın talimatıyla ve Merkez Bankası (TCMB) eliyle ‘yüksek enflasyona rağmen düşük faiz politikası’ uygulanmıştı. 2021 yılının son aylarından itibaren faiz indirimlerine başlayan TCMB, politika faizini yüzde 19’dan yüzde 8,5’a kadar indirmişti.
Bu esnada faizlerin düşürülmesi liranın diğer döviz kurları karşısındaki değerini azaltırken para biriminin değerini korumak için Kur Korumalı Mevduat gibi pek çok enstrüman devreye sokuldu. Diğer yandan ihracatçıların, döviz işlemcilerinin ve bankaların tabi olduğu yüzlerce düzenleme devreye sokularak piyasada istikrar sağlanmaya çalışıldı.
Bir diğer taraftan ‘arka kapı satışı’ adını verebileceğimiz yöntem uygulanarak kamu bankaları aracılığı ile döviz piyasasına müdahale edildi ve TCMB’nin elindeki döviz rezervleri satıldı. Bu şekilde Türk lirasındaki değer kaybının önüne geçilmeye çalışıldı.
Bu politikaların ve enerji krizi gibi bir takım dış etkenlerin katkısı ile Türkiye ekonomisi enflasyonist bir döneme girmiş oldu. Seçim öncesi EYT düzenlemesi ile asgari ücretteki ve kamudaki zamlar da art arda gelince ücretli kesimler açısından döviz kurunun baskılanması çok önemli hale geldi. Bu şekilde fiyatlama davranışında kur etkisi zayıflatılırken bu dönemde enflasyon kısmen de olsa baskılanmaya çalışıldı. Böylece çalışan kesimlerin refahı önceki yıllara göre gerilese de 2021’deki kur şokunun yarattığı etki (tüketici güvenine de bakıldığında) zayıflamış göründü.
Kimi iktisatçılar bu projelerin seçimin kazanılması açısından da etkili olduğu görüşünde. Kuşkusuz seçmen davranışı tek başına ‘rasyonel bireyin gelir ve tüketim kalıpları’ ile analiz edilebilecek bir şey değil. Hem dünyada hem de Türkiye’de ideoloji ve siyasal aidiyet gibi oy verme davranışını belirleyen çok fazla etken var. Yine de uygulanan ekonomi politikalarının yoksullaşmanın etkisiyle muhalefete yönelecek tepkisel oyların önüne geçtiği görüşünün çok da yanlış olduğunu söyleyemeyiz.
Sonuç itibariyle AKP ve Erdoğan seçimi kazanarak (erken seçim olmayacağı varsayılırsa) 5 yıl daha hükümet etme hakkını eline aldı. Ancak seçimlerin hemen ardından yukarıda anlattığımız iktisadi çerçeveden sert bir dönüş gerçekleşti. ‘Geleneksel’ ekonomi politikalarının temsilcisi kabul edilen isimler birbiri ardına ekonomi bürokrasisinde dümene geçti. Mehmet Şimşek Hazine ve Maliye Bakanlığı’na, Cevdet Yılmaz Cumhurbaşkanı Yardımcılığı görevine ve uluslararası finans kuruluşlarında kariyer yaptığı görülen Hafize Gaye Erkan ise TCMB Başkanlığı görevlerine atandı.
Şimşek, görevi önceki bakan Nureddin Nebati’den devraldığında yaptığı ilk konuşmada rasyonalizme dönüş vurgusu yaptı. Şimşek, “Türkiye’nin rasyonel bir zemine dönme dışında bir seçeneği kalmamıştır. Kurala dayalı bir Türkiye ekonomisi özlenen refaha ulaşmamızda önemli olacaktır. Makro finansal istikrarı önceliklendireceğiz” diyerek geçmiş dönemin esasında finans çevrelerinin anladığı çerçevede bir ‘ekonomik rasyonalizme’ uymadığını bir anlamda kabul etmiş oldu.
Millet İttifakı iktidara mı geldi?
Ekonomi yönetimi değişir değişmez piyasadaki ilk beklenti regülasyonların hafifletilmesi, dolar kuru üzerindeki baskının azaltılması ve faizlerin artırılması oldu. Çünkü piyasanın rasyonalizmden anladığı ‘enflasyona karşı mücadelede en önemli aracın para politikası olduğu’ teziydi. Bunun da ekonomiyi küçülterek milyonları işsiz bırakmak pahasına yapılması gerektiğinden kimse kuşku duymuyordu.
Tam da bu noktada ekonomi yönetimine liyakatli kadroların atanması, para politikasının başına ABD doktoralı bir Wall Street finansçısının getirilmesi ve Merkez Bankası’nın anında sıkılaştırma döngüsüne başlamasıyla birlikte Millet İttifakı’nın projelerine oldukça yakın bir tablo hayata geçirilmiş oldu. Kaldı ki, Millet İttifakı Ortak Politikalar Mutabakat Metni’ne bakıldığında mevcut uygulamalara benzer görüşlerin savunulduğu açıkça görülüyordu.
Metinde bu konu ile ilgili, “İktidara gelir gelmez ‘Merkez Bankası’na fiyat ve finansal istikrarı sağlama dışında sorumluluklar yüklemeyeceklerini’ duyurmuştu. Metinde, “TCMB’nin asli görevini yerine getirebilmesi için para politikası araçlarını fiyat istikrarı doğrultusunda bağımsız, şeffaf ve öngörülebilir bir şekilde kullanabilmesini temin edeceğiz” ifadelerini yer almıştı.
Mealen, Merkez Bankası’nın fiyat istikrarına odaklanma görevine, yani para politikası araçlarından en önemlisi olan faiz oranlarını artırıp azaltma görevine kavuşacağını yazmışlardı.
Millet İttifakı’nın 28 Şubat 2022’de yayımladığı Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem Mutabakat Metni’ne ve 30 Ocak 2023 tarihinde yayımladığı Ortak Politikalar Mutabakat Metni’ne bakıldığında da ekonomideki sorunların çözümünde Merkez Bankası bağımsızlığı ve liyakat fikirlerine sıklıkla vurgu yapıldığı görülüyordu.
Ayrıca Cumhurbaşkanı adayı Kemal Kılıçdaroğlu başta olmak üzere ittifakın tüm kurmayları da bu fikre sıkı sıkıya bağlı olduğunu defalarca bildirmişti.
Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem metninde bu durum, “Merkez Bankası’nın tam bağımsızlığının sağlanması için yasal ve yapısal önlemler alınacak, bankanın araç ve operasyon bağımsızlığı siyasi müdahalelere karşı korunacaktır. Merkez Bankası, para politikasının uygulanmasında tek karar merci olacaktır” ifadeleriyle vurgulandı.
Ayrıca bu metinde yine benzer şekilde, “Merkez Bankası’na fiyat ve finansal istikrarı sağlama dışında sorumluluklar yüklemeyeceğiz” sözleriyle Merkez Bankası’nın elindeki en önemli enstrüman olan politika faizi aracılığı ile enflasyonu kontrol altına almaktan başka bir iş yapmaması gerektiği söylenmişti.
CHP Sözücü Faik Öztrak da 3 Aralık 2022’de gerçekleştirilen ve Jeremy Riffkin gibi ana akım iktisatçıların da katıldığı ‘İkinci Yüzyıla Çağrı’ buluşmasında liyakatli merkez bankası başkanına vurgu yapmıştı.
Öztrak, “Kısa sürede ferahlamak için yanlış ekonomi politikalarının neden olduğu belirsizlik çarkını kırmamız; ülkemizin olağanüstü yüksek risk primini hızla aşağıya çekmemiz gerekiyor. Bunu gerçekleştirmek için; önce Merkez Bankası’nın başına tüm dünyanın saygı duyduğu bir ismi atayacağız” demişti.
Yukarıda özetlemeye çalıştığımız tezler, ekonomiyi kredi risk primi (CDS), faiz ve döviz kuru parametreleriyle okuyan ve sorunların kurumların bağımsızlığı ve liyakatle çözülebileceğini varsayan neoliberal yaklaşımın tipik bir ideolojik yansıması oldu.
Seçimlerin ardından ortaya çıkan tablo ise Millet İttifakı’nın mevcut ekonomik paradigmanın ötesinde bir ufuk sunamadığının en net kanıtı oldu. Seçimlerden önce Türkiye’nin 5 yıl vadeli borcunu iflasa karşı sigortalamanın maliyetini gösteren CDS seçimlerden önce 700 puanın üzerine kadar çıkmıştı. Seçimlerin ardından 500 puanın altına kadar gerileyen CDS’ler sonrasında 515 civarında seyretti.
Finans kapitalin en tepedeki kurumlarındaki kariyeri reddedilemeyecek eski bir üst düzey Wall Street bankacısı anında TCMB’nin başına atandı. Gaye Erkan’ın başkanlığındaki ilk Para Politikası Kurulu’nda (PPK) politika faizi yüzde 8,5’ten yüzde 15’e çıkartıldı.
Faiz miktarı ilk etapta piyasayı çok tatmin etmese de PPK metninde “Kurul politika faizini enflasyonun ana eğiliminin gerilemesini ve orta vadede yüzde 5 hedefine ulaşmasını sağlayacak parasal ve finansal koşulları oluşturacak şekilde belirleyecektir” denilerek faizlerin kademeli olarak artırılmaya devam edilebileceğinin sinyalini verdi.
Bir diğer önemli gelişme ise PPK metninde belirtilen sadeleşmelerin hayata geçirilmesi oldu. TCMB geçtiğimiz günlerde art arda iki adet sadeleşme hamlesi yaptı. Merkez, menkul kıymet tesisi uygulamasında bankaların tahvil tutma yükümlülükleri düşürdü.
PPK kararının tutanak özetlerine baktığımızda Şahap Kavcıoğlu ve Nureddin Nebati döneminde hayata geçirilen uygulamalara (makroihtiyati tedbirler) üstü örtülü çokça eleştiri yapıldığı görüldü.
Sadeleşme kavramının öncelikle piyasanın karmaşık regülasyondan kurtulması ve serbestleşmesi anlamına geldiğini söylemek gerekli. Bu noktada dövize ulaşımın kolaylaşması da Türk lirasının düşüşüne katkıda bulunuyor. Bir diğer değişle (muhalif iktisatçıların ısrarla savunduğu gibi) döviz piyasasının kendi haline bırakılması sürecine başlanmış durumda. Bu da kuşkusuz döviz ticaretindeki zorlukların azalması ve makasların küçülmesi demek.
Son olarak Merkez Bankası, ‘akılcı politikalara dönme’ reçetesi kapsamında arka kapı satışlarına da ara verdi. Konu ile ilgili hesap yapan bankacılar geçen TCMB’nin döviz piyasasına rezervleriyle satış yönlü müdahelesinin çok az olduğunu ve rezervlerin artışa geçtiğini olmadığını söyledi. Liranın döviz satışı yoluyla savunulmadığı tabloda kurdaki artış da hızlı bir seyirde gerçekleşmiş oldu.
Bu noktada hem TL’nin ihracatçıları mutlu edebilecek seviyeye yaklaşması hem de yaz mevsimi dolayısıyla turizmden beklenen gelirin cari dengeye katkıda bulunacağı yönündeki beklentiler, Türk lirasında kısmi bir değer kaybını göze alınabilir hale getirdi.
Millet İttifakı’na yakın kimi iktisatçılar faiz artışlarını yetersiz bulsa da ana amacı ‘Türk lirasını ucuzlatarak ve piyasaya güven vererek dış yatırım çekmek’ olan yeni ekonomi yönetiminin istediklerini gerçekleştirme olasılığı yüksek.
Öte yandan faizlerin piyasayı tatmin etmeyecek seviyelerde olmadığını söylesek bile burada yerel seçimlerin yaklaşıyor olmasının aşırı yüksek faiz tercih edilmemesinde etken olduğunu söylemek durumundayız. Yerel seçimlerden sonra 4 yıl boyunca bir başka seçim olmadığı hesaba katıldığında ekonomide (mevcut ekonomi bürokrasisine 2024 Mart’a kadar katlanılabilirse) sert bir daralma yaşanacağını söylemek yanlış olmayacak.
Dolayısıyla muhalefetin önerdiği senaryo gecikmeli de olsa bir süre sonra olduğu gibi hayata geçirilecek. Bu yerel seçimlerin ardından ekonominin yavaşlaması ve işsizliğin artması göze alınarak kurdaki kaybın minimize edilerek enflasyonun bastırılması, bu durumda da emekçiler açısından oldukça acı bir tablo ile karşı karşıya kalınması oldukça büyük bir olasılık.
Türkiye ekonomisi tekrar dışa açılıyor
Mevcut yönetim, şimdilik Türk lirasını ucuzlatarak ve yüksek faiz vaat ederek Türkiye’yi yabancı alımına daha cazip kılmaya çalışıyor. Bu politikanın da yukarıda aktardıklarımıza benzer bir şekilde Millet İttifakı projeleriyle uyumlu olduğunu söyleyebiliriz.
Seçimlerden önce çektiği videolardan birinde Kemal Kılıçdaroğlu, “Hesabımızı yaptık. 100 milyar dolarlık özel sektör yatırımının gelmesini sağlayacağız. Şu çok açık. Yabancı sermayenin yatırımları için Türkiye’den daha verimli başka bir ülke yok” ifadeleriyle kendi iktidarlarında yabancı yatırım için alan açılacağını vaat etmişti.
Yine millet ittifakı ekonomi kurmayları ve muhalefete yakın iktisatçılar Türkiye’de yeterli güven ortamı oluştuğunda yabancı paranın Türkiye’ye akacağını iddia etmişti. Bu noktada tabi ki Türkiye’de yabancı yatırımın zirve yaptığı 2007’den çok daha farklı bir küresel ve politik ortamın içerisinde olduğumuz gerçeğini kimse dile getirmedi.
Yine de tüm bunlara rağmen yabancı finans kuruluşlarının raporlarına bakıldığında özellikle doğrudan portföy yatırımları için yabancıların Türkiye’ye ilgisinin seçimlerden sonra arttığı görülecektir. Örneğin Wall Street’in önde gelen bankalarından Citi, faiz artırım kararı sonrası yayınladıkları notta, “Model portföyümüzde uzun dolar/TL pozisyonuna geri dönüyoruz” dedi. Kurum dolar/TL’de 30 hedefiyle üç ay vadeli alış önerdi.
Bank of America ekonomistleri ise geçtiğimiz hafta dolar/TL’nin 25’i aşması ve faizlerin yeterli seviyelere gelmesi halinde TL’de uzun pozisyon alma ve 10 yıl vadeli yerel tahvil satın alma opsiyonlarını değerlendirebileceğini belirtmişti.
Kurun bu seviyeleri geçtiği düşünülürse faizlerin dış yatırımcıyı tatmin edecek seviyelere gelmesi halinde sıcak paranın Türkiye’ye tekrardan gelmeye başlayacağını öngörmemek için şimdilik belirleyici bir neden bulunmuyor.
Dolayısıyla Millet İttifakı ekonomistlerinin iddia ettiği gibi Türkiye’de yatırımcının hukuksuzluk, otoriterlik gibi sebeplerden ötürü gelmediği tezinin yanlışlığı da görülebilir. Öte yandan doğrudan yatırımların veya sermaye yatırımlarının da uluslararası konjonktüre bağlı olarak Türkiye’ye yönelip yönelmemesinde de bambaşka parametrelerin rol oynadığını söylemek mümkün.
Sonuç
Neticesinde Türkiye’de AKP’den hazzetmeyen kitleler, ağır ekonomik sorunlara ve yoksullaşmaya karşı neoliberal iktisadın sıcak paraya bağımlı neoliberal ekonomi politikalarına mahkûm edildi. Böylece yoksul halk kesimleri merkez bankası bağımsızlığını esas alan, merkez bankasının görevlerini enflasyonla mücadeleyle sınırlı tutan, işsizliği ve eşitsizliği gündeme almayan bir ekonomik paradigma ile baş başa bırakıldı.
Faiz artırmaktan, işsizliği yükseltip ekonomiyi daraltmaktan ve dünyanın en iyi okullarında okumuş ancak birikimini halkın değil finans kapitalin hizmetine sunmuş bürokratları göreve getirmekten başka ufku olmayan muhalefetin ciddi bir alternatif sunamadığı geldiğimiz noktada iyice ayyuka çıktı.
Bu noktada muhalefetin değişim önerisinin boşa çıktığı söylenebilir. Muhalefetin milyonları AKP’nin önerdiği ve hayata geçirdiği iktisadi politikanın ötesinde ciddi bir alternatifle buluşturmadı. İçinde bulunduğumuz durumda insanların neden muhalefete oy vermesi gerektiğinin cevabı da bu durumda iyice muğlaklaşmış oldu.
Tüm bunlar göz önüne alındığında sosyalistlerin eşitlikçi, merkezi planlamayı ve kalkınmayı esas alan bir ekonomik programın temellerini tartıştırmaya başlamasının tam zamanı olduğu görülüyor. Merkez Bankası bağımsızlığını tartışmaya açan, ABD Merkez Bankası (Fed) odaklı ve para politikası merkezli iktisadi bakışı kenara atan, işsizlik ve yoksullukla koşulsuz mücadeleyi esas alan bir programı ortaya koymanın tam zamanı!