Siyasal İslamcılığın politik jargonunda her zaman bir “Batı taklitçiliği” veya “tarihî parantez” olarak anılan 19. yüzyılın Türk hukuk modernleşmesi, yeni tip devlet inşalarına bir model teşkil eden “Napolyon Devleti” biçimini esas almıştı. Fransa’nın esasen İhtilal öncesinde başlayan ve İhtilalle birlikte artık evrensel bir stereotip oluşturan en yüksek nitelikteki ihracat ürünü olan bu devlet modelinde kanun ve kanunilik merkezî bir kavram olarak yer bulur[1]. Bu çağda kanun ile devlet ülkesi[2] kavram çifti; modern hukukçuların, kanuni görev içinde düşünen askeri, adli ve mülki bürokrasinin dünyayı algılayış enstrümanları olur. Feuerbach’ın isim babası olduğu (1801) kanunilik prensibi, temel kamu hukuku branşlarının; ceza, vergi ve idare hukuklarının aslî bir ilkesi olarak görülür. Yasayı yapan (yasama) ile yasayı tatbik edenin (idare ve yargı) birbirlerinden ayrı özneler olması şartı, yüzyılın en büyük siyasi sorunu olarak görülen “tiranlığı/istibdadı” engelleyecek bir formül olarak değerlendirilir. Eylemiyle yaratan Fransa’yı, düşünerek tasarlayan ‘Almanya’ takip eder. Bu modele Alman hukuk felsefesinin katkısı, hukuk düzeninin sistemsel iç tutarlılığının sağlanması ve hukukun teorize edilmesinde kendini gösterir. Burjuvazinin inşa çağı olan 19. yüzyıl içinde, seküler bir hukuk düşüncesinin ihtiyaç duyduğu kanuni olan ile ahlaki olan arasındaki temel ayrımın filozofu Kant, bunun mantıksal devamı olan devlet ile toplum ayrımının filozofu da Hegel sayılır. Klasik burjuva kamuoyu; eşitlik çerçevesi içinde mantıken doğru, kendiyle tutarlı bir kanun uygulamasının gözlemcisi ve talepkârıdır.
Hukuk ve devlet inşası süreci bakımından Cumhuriyette bir istikamet değişikliği gözlemlenemez, aksine saltanatın ve hilafetin artık eskimiş meşruiyet yükünden kurtulmak ön açıcı olur. Bir keyfi idare eleştirisi olarak “Abdülhamit’e rahmet okutmak”, Cumhuriyet hükümetleriyle yapılan siyasi polemiklerde sıkça kullanılmasına rağmen, idarenin kanun ve kanunilik prensibiyle kurduğu sıkı fikrî bağ sarsılmaz; devlet idaresi meşruiyetini, kanuniliğin varlığında görmekte kararlıdır. Türkiye’nin kendi küçük “Weimar tecrübesine” (DP’li parlamenter çoğunluğun rakibi parlamenter azınlığı kanundışı ilan etme teşebbüsüne) tepkiyle tasarlanan 1961 Anayasası, kelimenin birincil anlamıyla moderndir, devleti ve hukuk düzenini 20. yüzyıla, İkinci Dünya Savaşı sonrasının hukuk paradigmalarına uygun bir biçime ulaştırır. Hukuk kamuoyunca hep gördüğü iltifatın sebebi bu yüksek teknik kapasitesi olmuştur. Tarihin bu anında Türkiye Cumhuriyeti kendini ilk defa bir hukuk devleti olarak tanımlar. Tipik bir anayasal düzen muhafızı olarak öngörülen Anayasa Mahkemesi, hukukun ne olduğunu belirlemede son sözü söyleyen bir merci olarak kanuniliği yıpratan değil aksine anayasallık çerçevesinde takviye eden bir işlev görür. İşte 21. yüzyılın Türk-İslamcılığının politik jargonunda “vesayet rejimi” adıyla anılan şey, esasen bu kanunilik sisteminin kendidir.
20. yüzyılın faşist ‘devlet’ ve ‘hukuk’ teorisi ise, ilk gününden itibaren iki temel kategoriyi ortadan kaldırmayı siyasi hedefine almıştı. Bunlardan ilki kanunilik prensibi, ikincisi de (birincinin mantıkî devamı olan) tarafsız (Türkiye’deki adıyla ‘laik’) devlet düşüncesidir. İç düşman ezilene kadar sürdürülecek sürekli bir mücadeleyi, yani anayasal bağlarından sıyrılmış sürekli bir olağanüstü halin varlığını gerekli gören faşist hareket, klasik burjuva devletini ve onun bürokrasisini de her zaman “nisbi bir hasmı” olarak görmüştür. Faşist hareketin en ateşli hukuk kuramcıları, Nasyonal Sosyalizmin iktidara gelmesiyle, kanuniliğe dayanan “geleneksel Prusya memur devletinin yıkılışını” kutlarken “Hegel’in öldüğünü” ilan etmekten de geri durmazlar.
Eski devlet düşüncesinin prangalarından kurtulmuş “Yeni Almanya” sadece bir slogan değildir; bu, aynı zamanda bir hukuk politikası bayrağıdır. Sosyal-disipliner fonksiyonu sebebiyle ceza hukuku sahası, klasik tarafsız devlet düşüncesinin faşist hareket üzerinden yaşadığı deformasyonun ilk uğrağı olur. “Suçluların Magna Carta’sı” olarak horlanan kanunilik prensibi ceza kanunundan çıkarılır (1935) ve bunun yerine politik adliye hakiminin eline kanun lafzından ayrılma imkânı sağlayan yeni bir parametre sunulur: fiilin “dinç bir millî duyarlılık” nezdinde suç oluşturması.
Nasyonal Sosyalist hukuk jargonunda “millî olan” asla sadece her Alman’da eşit bir biçimde bulunması öngörülen soyut vatandaşlık bağı üzerinden açıklanabilir bütünleştirici bir hukuki kategoriyi işaret etmez; völkisch, yani çağdaş Türkçedeki adıyla “yerli ve milli” olan dinamiktir, ferdin hareketle kurduğu sübjektif bağın bir karşılığıdır. Dolayısıyla faşist hareketin kamu hukuku kategorilerinde eski tarz genelleştirici ulusallık unsurlarına da yer yoktur; zira ulus, bir tarafında “bilinçlenmiş” aktif olanları ve bunun karşısında devamlı surette pasifize edilmesi gereken “bilinçsizleri” olmak üzere iki temel sektöre bölünür; bu durum sürekli olağanüstü halde bulunma mecburiyetinin doğal bir sonucudur.
Bir yanıyla “devlet içi” düzenler mücadelesi olan İkinci Dünya Savaşı, 1945’te önce faşizmin aleni mağlubiyetiyle, 1991’de ise emperyalist sisteme yerleşik uykudaki faşizmin sessiz galibiyetiyle noktalandı. Soğuk Savaş dünyasının iki kutuplu geçici politik geriliminin, “mağlup” faşizmi en azından biçimsel olarak lanetleyen “evrensel düzen” kabullerinin kısa sürede dağılıp yerini bir belirsizliğe terk etmesi, klasik ulus-devletlerin egemenlik haklarını ve bu egemenlik üzerine inşa edilmiş iç hukuk düzenlerini zorlayan birçok tehdidi de ortaya çıkardı.
Bu durum, klasik tarafsız (laik) hukuk devletini hem dışarıdan hem de içeriden zayıflatan iki cepheli bir mücadelenin içine soktu. İç hukuk düzenleri bir yandan emperyalizmin aslında 1918’de başlatmak istediği ama “Ekim Devrimi kesintisi” nedeniyle dizginlemek mecburiyetinde kaldığı üniversalist müdahaleciliğinin serbest birer tasarruf nesnesine dönüşürken, öte yandan aynı devlet düzenleri içeride de “mahbesi açılan” faşizan hareketlerin birçok yeni modalitesiyle yüz yüze geldi. İşte Türkiye’de laikliğin tasfiyesi, başka bir ifadeyle kanuniliğe dayalı klasik tarafsız devlet düşüncesinin yıkımı kararının icra dönemi, emperyalizmin uluslararası hukukta yeniden “haklı savaşı” gündeme getirdiği “haçlı seferleri” zemini üzerinde cereyan eder (W. Bush, 2001).
Henüz iktidara gelmemiş olan AKP’nin genel başkanı Erdoğan 2002 seçim mitinglerinde “Tek başımıza iktidar istemiyoruz, yetmez! Yasaları çıkarabilecek güçte tek başına iktidar istiyoruz! (6 Ağustos)” derken hedeflediği “tek parti” iktidarına “yetmeyecek” olan şeyin, kanunilik çerçevesi içinde hareket eden eski tarzda bir idare olacağını zaten açıklamıştı. Esasen bu açıklama, farklı bir meşruiyet iddiası üzerinden siyasi hedefine yönelmiş yeni ‘millet’ tasavvurunun hukuk politikası manifestosuydu. O dönemde sıkça işitilen “devletle milleti barıştırma” veya “ceberut devlete son” vb. parolaların hukuk politikasındaki gayesi, senelere yayılacak olan “AKP devriminin” -o anki ihtiyacına göre- kimi zaman demokratik, kimi zaman tarihsel veya insanî bir yüksek meşruiyet karşısına yerleştirdiği kanunilik sistemini süreğen biçimde yıpratması şeklinde kendini gösterir. Liberal hukuk yazınında “normların normu” addedilmesine alışık olduğumuz anayasa da esasen kapalı bir kanunilik sisteminin parçası olduğundan, anılan süreçten payına düşeni almakta gecikmedi. 1982 Anayasasının taşıdığı siyasi itibarsızlığın istismar edilmesi ve muhalefetin nereden gelirse gelsin her “yeni anayasa” talebine kapısını aralama hamakati, en nihayetinde bir anayasa olan 1982 Anayasasının geçerliğini pratikte yıprattı.
Bununla birlikte, sistemsel dönüşüm, 2008 yılında Anayasa Mahkemesinin AKP hakkındaki kapatma davasında, hükümet etmekte olan bu partinin laik anayasal düzene karşı bir odak olduğunu tespit etmiş olmasına rağmen gerekli müeyyideyi karara bağlamaktan kaçınmasında kendini gösterdi[3]. Böylece kanunilik sisteminin 1961 Anayasasından beri hukukun ne olduğunu belirlemede son merci olarak tasarladığı anayasal düzen muhafızı olan Anayasa Mahkemesi, sadece kendini politik olarak işlevsizleştirmekle kalmamış oldu, kritik bir an geldiğindeki anayasayı yorumlama tekelini de yitirdi. Siyasal düzen boşluk kabul etmeyeceğinden bu yorum tekeli, yasama veya yargı erklerine nispetle çok daha hızlı hareket kabiliyetini haiz yürütme erkine geçti. Bugün artık hukuken tayin edici kritik bir an geldiğinde takınacağı tutumu beklenen bir anayasa mahkemesi değil, yürütme kuvvetini elinde bulunduranların “kararlarıdır” (örn. bugün için “Erdoğan-Bahçeli buluşmaları”).
Anayasallık alanında ilk bakışta gözle görülür daha belirgin semptomlar ortaya çıkarken, toplumsal disiplin fonksiyonu da taşıyan ceza hukuku alanında kanuniliğin yıpratılması daha farklı bir yol izlemiştir. Burada, kanunilik sisteminin yıpratılması hukuk dogmatiğine yapılan müdahalelerle ceza hukukunu sübjektifleştirme (ahlakileştirme) ve ceza kanunlarının mutlaklığını göreceleştirme biçimleri altında hayat bulur. Ceza hukuku felsefesine dair esaslı bir ön tartışma gerçekleştirmeden yapılan “ceza hukuku reformu” (2004), Alman ceza hukukunun çok tartışmalı “değer eksenli suç kuramını” hukuk dogmatiğinin merkezine yerleştirerek Türk adliyesinin 19. yüzyıldan beri alışık olduğu geleneksel kanuncu-pozitivist düşünüş biçimlerinin bozulmasına neden olmuştur. Kanun lafzına sıkı bir biçimde sadık kalan semantik bir yöntemle düşünmeye alışkın olan kanuncu-pozitivist ceza hakiminin yerine, doğası gereği sübjektivist olan değer gibi bir kavramla düşünmeye başlayan yeni tip bir “değer mücahidi” hâkim yaratıldığında, bunun adli faaliyetlerinin hızla politikleşebileceğini öngörmek gerekirdi (karş. günümüzdeki “politik adliye sorunu”).
Örneğin, bugün değer sözcüğünün ceza kanununda spesifik olarak yer bulduğu “dini değerleri aşağılama” suçu, taşıdığı önlenemez müphemiyet sebebiyle cezalandırılabilir alanı anayasal düzeniyle tutarlı bir kanunilik sisteminin kabul edemeyeceği bir raddeye kadar genişletiyor (bu eğilim giderek, siyasi potansiyel taşıyan benzer suçların takibatına da yayılacaktır). Ancak bu hükümde gerçek gayesi açığa çıkan “değerlerin” neden oldukları belirsizliğin sıradan bir yasama hatası olarak görülmemesi gerekir. Kanun kuvvetine erişmiş bir değer mantığının fırsat bulduğu anda totaliterleşmeye eğilimli karakteri sebebiyle, bunun “yeni bir toplum mühendisliği” içeriğiyle eğitim politikası, din işleri politikası gibi sahalara sirayet etmesi de kaçınılmazdır.
Bununla birlikte, meşhur açık kapı politikası neticesinde devlet ülkesine başka bir “hukuk kültürü” içinden gelen yeni nüfusa, Türkiye’nin anayasal düzeninin temel ilkelerini esas alan herhangi bir uyumlulaştırma programının ısrarla uygulanmaması, 2004 “ceza hukuku reformunda” kendine bir yer bulan “yasak hatası” kurumunun temel ceza normlarını nisbileştirmesine neden oluyor. Kusur prensibiyle kanunilik prensibi arasına sıkışan klasik adliyenin ilk başta Türk kamu hukuku düzeni lehinde gösterdiği direnç, yerini giderek maddi adalet mülahazalarına bırakmak zorunda kalıyor (örn. adliyenin yaş küçüklüğü unsuru taşıyan “Suriyeli evliliklerini” mazur görme eğilimi). Bu durumun pratik neticesi sadece kanuniliğin şeklî rasyonaliteye dayanan içeriğinin tahribini ortaya çıkarmıyor, kanunun genel-geçerliğini zayıflatarak siyasal İslamcılığın programına uygun “çok hukuklu” bir müstakbel toplumsal yaşama da kapı aralıyor[4].
21. yüzyıl, klasik devlet düşüncesinin imtihan çağı olacaktır. 20. yüzyıl içindeki iki kutuplu geçici dünya politik durumu nedeniyle dondurulmuş eğilimler hız kesmeksizin yüzyılımıza aktarılıyor. Bugüne kadar bildiğimiz devlet tasavvurunun kanunilik sistemi, devletin karışmama taahhüdünde bulunduğu kişiye ait bir çeşit “indî alanın” varlığını şart koşuyordu; zira aksi durumda yani sübjektif ahlakla objektif hukuk yapılarının tamamen aynılaştığı bir yerde kanuniliğin de bir esprisi kalmayacaktı. Bu bakımdan laiklik prensibi sadece bir vicdan veya din özgürlüğü sorununa indirgenemez, bütünüyle devletin ve hukukun tarafsızlık görünüşünün bir ifadesidir (örn. siyasi propagandanın kanunen izin verilen alanını belirleyen bu ilke, “mezhepçiliğe” kapılarını sıkı biçimde kapatmış bir serbest seçim sürecinin de maddi güvencesidir). Ayrıca kanuniliğin 21. yüzyıldaki büyük rakibi “değerler” karşısında da her zaman tetikte olunmalıdır; “yerli ve milli değerlerin” karşı kutbu “cumhuriyet değerleri” vb. değildir[5]; bu tip unsurlar bir hukuk sistemi içine alındıklarında kanunilik güvencelerini yıkıcı etki gösterirler. Kanunilik fikriyle en azından görünüşte uyumlu bir “evrensel değerler” de ancak Soğuk Savaş’ın evrensellik koşullarında bir anlam ifade edebileceğinden, teknik hukukçuların eski ve geleneksel düşünüş araçlarına daha fazla güvenmeleri yerinde olacaktır.
Kanunlar parlamentolarda üretilir. Uzun ve gerçek müzakereler kanunlaştırma tekniğinin bir parçasıdır. Parlamentonun siyasi itibarının bulunmadığı bir yerde kanunun da hukuki itibarının zedelenmesi kaçınılmazdır. Dolayısıyla “yeniden bir hukuk devleti” sloganının bir parodiye dönüşmeksizin karşılık bulabilmesi için siyasi hedefinin bilincinde bir parlamentonun desteği şarttır. Ancak bu büyük siyasi görev şüphesiz öncelikle devlet bürokrasisi üzerinde belirleyici olan yürütmenin icra kabiliyetini gerektirir. Devlet olmanın asgari standartlarını karşılamak zaruretini fark etmiş bir yürütme kuvveti, devlet bürokrasisinin sadece anayasa ve kanun çerçevesi içinde hareket etmek mecburiyetini hissetmesini değil bunun ötesinde bunu kendi “dünya görüşüymüşçesine” benimsemesini sağlayacaktır. Benimsemeyen veya bunu benimsemek istemeyen kimselerin memuriyette bulunması idareye sadece zarar verir. Görüldüğü üzere istikameti belirsiz bir “yeni anayasa” sloganının peşine takılmaktansa bürokrasinin mevcut anayasal çerçeveye çekilmesini sağlamakta sayısız fayda vardır. Mevcut anayasal sistemin öngördüğü cumhurbaşkanlığı makamının yetkileri bu acil ve yakıcı ihtiyaca karşılık veriyor; buradaki temel mesele buna karar vermekte ve bu kararı icra etmektedir. Liyakat sözcüğü, anayasaya ve anayasal düzene sadakati karşılamaz. Sadakati bulunmayan bir memurun liyakatli olmasının bir manası yoktur. Kaldı ki anayasal düzeniyle uyumlu çalışan bir bürokrasi zaten kendi liyakat standartlarının bizzat gözeticisi olacaktır. Buradaki asıl mesele, 21. yüzyılda bir devlet olmanın asgari standartlarını gözeten bir ihtiyacı karşılamaya dönük istikameti tayin etmiş olmaktır. Aksi yöndeki her tutum hem zaman kaybı hem de objektif imkanların da yitirilmesi tehlikelerini barındırır.
Yeni bir dünya savaşının içindeyiz. Ekim Devriminin patlak verdiği ve ABD’nin Avrupa’daki Büyük Savaş’a katıldığı 1917 yılından bu yana “dünya” savaşları, iç politika-dış politika veya devlet içi hukuk- devletlerarası hukuk ayrımlarını silikleştiriyor. Bu bakımdan Türkiye’deki tarafsız (laik) hukuk devleti düşüncesinin yeniden geçerli olabilmesi, dış politikadaki oportünist tarafsızlığın ilkesel bir tarafsızlığa dönüşmesiyle imkân alanını genişletir. 21. yüzyılın, bir tarafında emperyalist müdahaleciliğin diğer tarafında faşizan eğilimlerin yer aldığı iki cepheli devlet yıkıcı sarsıntısına direnebilmek için en başat koşul böyle bir politikada ısrar edilmesidir. Tarihsel bilgisini ve tecrübesini kaybetmemiş, yeni maceracılıklara kapısı kapalı bir CHP[6], herhalde bu politik bilincini muhafaza ediyordur.
Muhafazakarca dile getirilmiş tüm bu tahlil ve sonuçlar, “aslında” başka bir dünya isteyen Türkiye sosyalist hareketinin ezici çoğunluğunun kendi mücadele hattını “yeniden bir hukuk devleti” programına indirgemesinin açtığı siyasal alan dairesinde kaleme alındı. Sınıflar mücadelesi bakımından esasen bir pat durumunu ifade eden “tarafsız (laik) bir hukuk devletinin” yeniden ihyası eğer bugün için amaçlanıyorsa, en azından bunun hakiki içeriğinin bilincinde olmak gerekir. Aksi durumda, 12 Eylül’den bir an evvel çıkmak için Özal’a sarılan bir “sivil toplumculuğun” hatası yeniden tekrar edilmiş olacaktır.
[1] Şüphesiz ki ancien réjime her türden “eski hukuku” yerle bir etmemiş ve Orta çağların meşru direnme hakkını yok edip bunu “buyruk-kanuna” gerçek bir itaate dönüştürmemiş olsaydı, büyük kanun koyucu bir burjuva imparatoru Napolyon’dan da söz edilemezdi. Ancak İhtilal, mutlak prensin kanununu, bölünmez bir bütün oluşturan millet egemenliğinin kanunu yaparak bunu devlet iktidarının meşruiyetini sağlayacak bir prensibe dönüştürür.
[2] Öte yandan her hukuki düzenin mekânsal bir karşılığı bulunduğundan, yerküre üzerinde sınırlanmış bir alanı ifade eden ‘devlet ülkesi’ (territorium) ile gayrişahsi, soyut ve genellik arz eden kanun kavramı örtüşerek dışa kapalı bir bütünü oluşturur; kısacası devlet ülkesi ve kanun birbirlerini karşılıklı olarak inşa eder ve tamamlar (bu bakımdan devlet hududunun ‘namus’ olması parolası, bir çeşit ahlakiliği değil ‘nomos’u işaret eder).
[3] Mahkeme bu noktada Türk anayasal kuruluşuyla taban tabana zıt başka bir siyasi karara kendini teslim etmiştir. On yılı aşkın bir süredir bu gerçek, Türk anayasa hukuku yazınında en azından bir durum tesbiti olarak anılıyor. Esasen genel rotası 12 Eylül’de belirlenmiş olan bu siyasi karar, belirsizlik içinde geçen 90’lı yılları takiben, ıslah edilmiş bir tür siyasi İslamcı hareketin, o zamanki adıyla “ılımlı İslam’ın” devlet idaresinde daha işlevsel olacağı düşüncesiyle icraya koyuldu. Bu siyasi karar, sadece Kürt Sorununun İslamcılaştırma ile aşılabileceğine dair bir ön kabule dayanmakla kalmıyor, aynı zamanda “Bush Doktrini” çerçevesinde hareket eden emperyalizmin Arap milliyetçiliğini tasfiyesi sonrasında ortaya çıkacak içi siyaseten boşalmış bir alana yeni bir “Büyük Türkiye’nin” girmesi “heyecanını” da taşıyordu. (Bugün artık kimsenin siyaseten üstlenmek istemediği, iç politikadaki “çözüm süreci” serüveni ve bunun ikiz kardeşi olarak “Emevî Camiinde namaz kılma” parolası altında ifade bulan dış politika macerası buna bir örnek teşkil eder). Her ne kadar ideologları bu siyasi kararı bir millî mukadderat misali kaçınılmaz bir şeymiş gibi göstermeye çalışsalar da şüphesiz bunun tatbiki, her aşamada çeşitli dirençlerle veya başka istikametlerin de mümkün olabileceğini ortaya koyan birçok ihtimalle birlikte seyretmişti. Burada sadece basit bir örnek olarak “Sosyal Demokrasi Açısından Kürt Sorunu (1992)” broşürünü hazırlayan SHP’nin sol kanadından Aydın Güven Gürkan’ın pozisyonuyla Deniz Baykal bloğunun karşılaştırılmasını önermekle ve 1980’de aynı Baykal grubunun CHP’nin kendi cumhurbaşkanı adayı olan Muhsin Batur’u gizli oylamada desteklemeyerek 12 Eylül’e nasıl bir “gerekçe” sağladığını hatırlatmakla yetiniyorum. Şüphesiz ki kurucu partinin kendi tarihi, yıkım ve yeniden kuruluşa dayandığını iddia eden bu siyasi karar uygulamasının her aşamasında epey malzeme yaratacak daha başka birçok dönüm noktasını içerir. Ancak İslamcılaştırma sürecinin seyri içinde CHP’nin giderek artan biçimde kendini depolitize etmesi ve çeşitli tüzük değişiklikleriyle sağlanan parti içi “tek adamcılık”, ülkeyi bu konuda bir alternatifsizliğe mahkûm etmiş oldu. Bundan bir buçuk sene evvel MHP’nin, başlangıcına “Allah’ın lütfuyla […] varlık bulmuş Türk Milleti” yazılmasını önerdiği ‘yeni anayasa’ teklifine karşı “laiklik ilkesinin anayasadan çıkarılacağını tahmin etmiyorum” rahatlığı içinde cevap veren Kılıçdaroğlu, bu bakımdan “Şeyh Edebali açılımının” mimarı Baykal’ın siyasi çizgisinin istikrarlı bir devamcısıdır.
[4] Karş. yuk. “devlet ülkesi” ile “kanun” arasındaki ilişkiye dair 2. dipnot.
[5] 20. Yüzyılın son çeyreğine kadar Türk mevzuat dilinde “değer” sadece bunun gerçek niteliğini ifade eden malî–iktisadî bir kavram olarak karşımıza çıkar. İlk defa çeşitli 12 Eylül dönemi yasalarında ve 1982 Anayasasının başlangıç kısmında hukuki bir kategoriye dönüşür ve “manevi değerler” adı altında belirir (kamu hukukundaki bu yapısal dönüşüm ile devletin “neo-liberal” iktisat politikaları üzerinden yaşadığı başkalaşım arasındaki korelasyonu tespit edebilecek bir hukuk sosyolojisi incelemesi epey ufuk açıcı olacaktır). Dolayısıyla kamucu ve cumhuriyetçi bir siyasi tutumun kendini, TÜSİAD’ın dilinde de karşılık bulabilen bir “cumhuriyet değerleri” kavramına teslim etmesi yersizdir (bkz. en son olarak 28 Ekim 2021 tarihli Cumhuriyet Bayramı açıklaması).
[6] Ukrayna Savaşının başlamasını takip eden hafta içinde, 3 Mart 2022’de J. A. Ocampo ile birlikte kaleme aldıkları makalede Kemal Derviş, Rusya’nın BM Güvenlik Konseyindeki daimî veto yetkisini ortadan kaldıracak “radikal bir öneri” teklif etti (Haftalık Oksijen gazetesinden ilgili yayının Türkçesine ulaşılabilir). Bu, maalesef Avrupa’da da hızla yaygınlaşan ve kesinlikle uzak durulması gereken tipik bir savaş kışkırtıcılığı politikasından başka bir şey değildir.